Özet Bilgi : Osmanlı imparatırluğunda ilk batılaşma hareketi elçilikler açmakla başlamış sonrasında askeri ve siyasal alanda batılılaşma çab...
Özet Bilgi :
Osmanlı imparatırluğunda ilk batılaşma hareketi elçilikler açmakla başlamış sonrasında askeri ve siyasal alanda batılılaşma çabaları görülmüştür. İlk olarak III. Selim, 1808’e kadar devam eden iktidarında, askeri, yönetimsel, mali ve tutumsal alanlarda ilk köklü değişimleri başlattı. Bu köklü değişiklik çabaları daha çok askeri alanda olmuştur. Garp orduları karşında alınan mağlubiyetler sonunda yine başarılar kazanmak gayesi güdülüyordu. Bu uğurda III. Selim Düzen-ı Cedid’i (Yeni Seviye) teşkil edecektir. Hareket esas itibariyle, dış görüntüsünde belirlendiği suretiyle bir tek askeri değildir. Talim ve terbiyesi kalmamış bir insan yığınından ibaret olan yeniçeriler karşısında çağdaş bir ordu tesis etmenin yanında, ulema sınıfının nüfuzunu kırmak, selâhiyetlerini azaltmak ve bununla birlikte Avrupalıların sanat ve ilimdeki ilerlemelerine ortak olucu sınâi, ziraî, tutumsal müesseselerden iktibaslar yapmak istek ve iştiyakı önemli rol oynamıştır.
Ayrıntılı Bilgi:
Sultan Üçüncü Ahmed Han döneminde (1703-1730) Avrupa devletleri ile siyasî münasebetler kuruldu. Bu sırada Paris'e giden Yirmisekiz Mehmed Çelebi, burada bir sürü müesseseleri gezdi ve raporlar sundu. Oğlu Mehmed Said Efendi ise ilk Türk matbaasının açılması için izin istedi. Şžeyhülislam Abdullah Efendi, matbaanın çok hayırlı bir hizmet olacağına ve açılması gerektiğine dair fetva verdi ve basımevi kuruldu. Rochfart isminde bir Fransız subayına Osmanlı ordusunun ıslahı için rapor hazırlatıldı.
Sultan Birinci Mahmud (1730-1754), Sultan Üçüncü Mustafa (1757-1774) ve Sultan Üçüncü Selim (1789-1807) devirlerinde de bu faaliyetler devam etti. İbrahim Müteferrika, Tatarcık Abdullah Efendi, Koca Sekbanbaşı ve Vak'anüvis Asım Efendi benzer biçimde ilim ve devlet adamları, padişahlara takdim ettikleri eserlerinde, Avrupa devletlerinin askeri teşkilatı, düzen ve talimleri hakkında bilgiler verdiler. Bu raporlar ışığında, Osmanlı Devletinde özellikle askerî alanda pekçok düzenlemeler yapılmış oldu. Avrupa taktik, disiplin ve silahlarının kullanılabilmesi için, topçu ve humbaracı ocakları ıslah edildi. Kâğıthane'de kurulan askerî bir ocak, tamamen garp tekniği tarzında eğitime başladı. Burada Fransız subaylarından da istifade edildi. Bu faaliyetlerin geliştirilmesi için, Avrupa'da daimî elçilikler ve konsolosluklar açılmaya başlandı. Düzen-ı cedid ismi ile yeni ve çağdaş bir ordu kuruldu. Osmanlı Devleti, kısa bir süre sonrasında bu gelişmelerin yararını görmüş oldu. Napolyon'un Mısır'ı işgal teşebbüsü, bu talimli ve disiplinli birlikler tarafınca önlendi. Rusya ve Avusturya orduları karşısında başarılar elde edildi. Fakat teşkilatı bozulmuş, disiplini kalmamış, askerlikten çok esnaflıkla uğraşan, söz dinlemez, isyankâr bir takım haline gelmiş Yeniçeri Ocağı, bu gelişmelere karşı çıktı. Neticede garbın tekniğini alıp, devleti yeni bir nizama ve hayatiyete kavuşturmaya inançlı ve emin olan Üçüncü Selim Han, bu asilerce şehid edildi.
İkinci Mahmud Han (1808-1839) tahta çıkar çıkmaz, amcası Üçüncü Selim'in yarım bıraktığı ıslahat programını gerçekleştirmek suretiyle harekete geçti. Askeri reformları istemeyen Yeniçeri Ocağını 1826'da ortadan kaldırdı. Asakir-i Mansure-i Muhammediyye ismi ile yeni bir ordu kuruldu. Ordunun talim ve terbiyesi için, Avrupa'dan mütehassıslar getirildi. Mühendishane-i Bahri-i Hümayun ihya edildi. Türkiye'de ilk buharlı gemiler satın alınarak Türk deniz kuvvetlerine kazandırıldı. Tıbhane-i Amire ve Cerrahhane açıldı. Devlet memurlarının yetişmesi için, Mekteb-i Maarif-i Adli kuruldu. Açılan okulların seviyesini yükseltmek ve lüzumlu fen ve teknik kitapların tercümesi için, garp dillerinde çeviri büroları açıldı.
Görüldüğü suretiyle batılılaşma ismi verilen hareketin esası, İkinci Mahmud devri sonuna kadar, bir tek askeri ve teknik sahada ilerlemek ve bu sebeple garbın lüzumlu olan ilminden istifade etmekti. Bu amaç ile, lüzumlu tüm teşebbüsler yapılmış oldu. Fakat bu emek harcamalar, daha çok Avrupalı subay ve uzmanların kontrolünde oluyordu. Oysa yeni kurulan askeri ve teknik müesseseleri, mektepleri devam ettirebilmek ve ekranda görülen pencereden büyük seviyede faydalanabilmek için, kendi insanını yetiştirmek lazımdı. Bu sebeple, ilk kez olarak, 1827'de Paris'e talebe gönderildi ve sonraki yıllarda da bu uygulama devam etti.
Diğer yandan batılılar, Osmanlı Devletinin bilimsel ve teknik alandaki ilerlemelerine engel olabilmek ve onları içte ve dışta zayıflatmak için tüm güçleriyle çalışıyorlardı. Osmanlı ülkesine gönderdikleri sefirler, tüccarlar, bilginler ve ajanlar vasıtasıyla azınlıkları tahrik ediyor, bölücülük yapıyor ve nüfuz edebildikleri devlet adamlarını kullanarak ihtilaller dahi çıkarabiliyorlardı. Nitekim İkinci Mustafa Han'ın tahttan indirilmesi, Patrona Halil ve Kabakçı Mustafa isyanları, hep onların gizli saklı çalışmalarından kaynaklanıyordu. Şžimdi ise Türk gençleri, kendilerinden yararlanmak suretiyle ayaklarına kadar gelmişti. Onlar, bu gençleri memleketlerine döndüklerinde, gayelerine uygun bir biçimde kullanabilmek için metodlu telkinlerde bulundular. Bu telkinlerin üç ana hedefi vardı:
Bu tür durumlar; gençlerin Osmanlı Hanedanına itaat duygusunu kırmak, dini metanetlerini zaafa uğratmak, yabancı düşünce ve adetlere alıştırarak yozlaştırmaktı. Böylelikle bünyelerindeki tahribat tamamlanmış olacaktı. Hakikaten de birden fazla yıl içinde, garp ülkelerine giden gençlerin pek pek çok, vücutları Türk; fakat düşünüşü, anlayışı ve yaşayışı itibariyle tam bir Avrupalı haline geldi.
Avrupalılar, diğer yandan, aynı gayeye dönük planlarını ülkelerine gelen dini yönü zayıf ve sefahate düşkün Osmanlı Devlet adamları üstünde de deniyorlardı. Avusturya büyükelçisi Sadık Rıfat Paşa ile Londra büyükelçisi Mustafa Reşid Paşa bu tür durumlar arasındaydı. İskoç Mason teşkilatı üyesi Lord Rading, özellikle Reşid Paşa ile sıkı bir dostluk tesisine muvaffak oldu. Onun idarede en yüksek mevkilere gelebilmesi için çalışacağını ve İngilizlerin desteğini sürekli yanında tutacağını bildirdi. Tatlı vaatlere aldanan Reşid Paşa, Mason locasına üye oldu. Lord Rading ona devlet idaresinde yapılması ihtiyaç duyulan ıslahatları telkin etti. Mustafa Reşid Paşa, bu telkinler ile İkinci Mahmud Hana; "Batılıların, Osmanlı Devletine, özellikle Müslüman ve Hıristiyan tebaa içinde eşitlik gözetmediği için düşman bulunduğunu, müslim ve gayrimüslim ayrılığının kaldırılması icap ettiğini, bu hususlarda yapılacak ıslahatı, bir hatt-ı hümayunla duyuru etmesini" teklif etti. Reşid Paşanın isteklerinin, İngilizlerin arzusu ve emeli bulunduğunu iyi bilen padişah, bu teklifleri reddetti.
Fakat 1839'da İkinci Mahmud Hanın vefatı, Osmanlı Devleti'nin Mısır valisi Mehmed Ali Paşa isyanı karşısında düşmüş olduğu vaziyet ve nihayet tahta 16 yaşlarında genç ve tecrübesiz Abdülmecid Han'ın çıkması, İngilizlere, bekledikleri fırsatı verdi. Mısır meselesinde yardım olmaları vaadiyle, genç padişaha Mustafa Reşid Paşayı sadrazamlık makamına belirleme ettirdiler. Reşid Paşa da, önceleri Lord Rading'le birlikte hazırlamış olduğu düzeltim ve ıslahatları Tanzimat Fermanı ismi altında yayınlatarak yürürlüğe koydu. Bu buyruk yardımıyla, büyük vilayetlerde mason locaları açıldı. Casusluk ve hıyanet ocakları açılıp emek vermeye başladı. Osmanlıyı geri bırakan sebepler olarak İslamiyet gösterilmeye çalışıldı. Gençlere ecdat düşmanlığı aşılandı ve ulusal birlik parçalandı. Fatih devrinden bu zamana kadar medreselerde okutulmakta olan fen, hesap, hendese, astronomi dersleri, "din adamlarına lazım değildir" denilerek kaldırıldı. Garbın günlük kültürü, Osmanlı toplumunu sarsmaya başladı. Giyim ve ev eşyalarından, evlerin stili ve insanoğlu arası ilişkilere kadar Avrupa örf ve adetleri yayıldı. Nihayet, mevzu, batılı kanunların alınması meselesine kadar geldi. Reşid Paşa ekolünden yetişen Âlî, Fuad, Kabuli ve Midhat paşalar, mahkemelerde Fransa çağdaş kanunlarının uygulanmasını istediler. İstanbul'daki Fransız elçisi Marqui de Mousteir, Fransız çağdaş hukuku hakkında bilgi vererek, onların fikirlerini destekledi. Oysa bu kanunlar, garp insanının aile, cemiyet, ekonomi ve politika anlayışını temsil ettiklerinden Osmanlı cemiyetinin yapısına ters düşüyordu. Nitekim meşhur hukukçu ve tarihçi, dönemin adalet sarayı nazırı (Hak Bakanı) Ahmed Cevdet Paşa ve taraftarları, bu görüşün karşısında yer aldılar. Ahmed Paşaya bakılırsa; "Bir milletin temel kanunlarını değişiklik yapmak o milleti ölüme mahkum etmek" demekti.
İşte Üçüncü Ahmed Handan itibaren "Avrupalıların ilim ve tekniğini uygulama etmek" şeklinde kabul edilen batılılaşma, Tanzimat devri aydınlarınca, "garbın bir tek kültür, örf ve adetlerini alabilmek ve batılı benzer biçimde yaşamak" şeklinde benimsendi ve yozlaştırıldı. Mevzu, aslından saptırıldı. Böyle fikretmek, aydın olmanın icabı sayıldı. Batılılaşmayı gerçek manasında anlayanlara gerici, yobaz denildi. Devlet kademeleri, tamamıyla, Mustafa Reşid Paşa zihniyetinde yetişenlerin eline geçti. Avrupa'da eğitim yapmış denilerek işbaşına getirilenlerin, kısa bir süre sonrasında, ilim ve teknikten habersiz, tek sermayelerinin İslam düşmanlığı ve kuru bir Avrupa hayranlığı olduğu görüldü. Garbın ilim ve tekniğini alma gayesiyle Avrupa'ya giden bu gençlerden her birisi, dönüşte yakıcı bir hatip ya da yazar kesiliyor ve Osmanlı Devletini meşruti bir rejime oturtmak için çaba sarf ediyorlardı. Onlara bakılırsa padişahın yetkileri azaltılmalı ve aslolan iktidar, meclise devredilmeliydi. Böylelikle, batılılaşmanın en mühim unsurlarından olan, devlet idaresinde çok seslilik sağlanacaktı. 1876'da İkinci Abdülhamid Han'ın duyuru etmiş olduğu meşrutiyet neticesinde kurulan ve çoğunluğunu Türk olmayanların meydana getirmiş olduğu meclis, altı ay içinde devleti felaketlerin eşiğine getirdi. Osmanlı cemiyetinin hemen hemen bu şekilde bir sisteme hazır olmadığını ve o şartlar içinde Meşruti idarenin ülkeyi yıkıma götürdüğünü gören padişah, meclisi feshetti.
Devleti, tam otuz bir yıl dahiyane bir politika ve adaletle yönetti. İçte Ermeni, Rum, Bulgar, Arnavut çetecileri, dışta bu tarz şeyleri destekleyen süper güçler ve mason teşkilatlarının oluşumlarına karşın devletin bütünlüğünü korudu. Bununla birlikte bu büyük meseleler yanında, ülkesini ileri bir seviyeye ulaştırmak için eğitim, endüstri, bayındır, iletişim ve memleket kalkınmasında büyük hamleler başlattı. Her vilayette mektepler, hastaneler, yollar ve çeşmeler yaptırdı. Mekteb-i Mülkiye, Güzel Sanatlar Akademisi, Yüksek Tecim Mektebi, Hukuk, Yüksek Mühendis Mektebi, Bursa'da İpekçilik Mektebi, Halkalı Ziraat ve Veteriner Mektebi, Yatılı Kız Lisesi, Mülkiye Lisesi, Üsküdar Lisesi, Maden Arama Mektebi, Fen ve Edebiyat Fakülteleri, Dilsiz ve Sağırlar Mektebi, Haydarpaşa Mekteb-i Tıbbıye-i Şžahane, Gülhane Tababet-i Askeriye Tatbikat Mektebi, açılan eğitim müesseselerinden bir tek bir kaçıdır. Bununla birlikte ziraat, endüstri ve tecim odaları açıldı. Hereke kumaş fabrikası, çini fabrikası, Kadıköy havagazı fabrikası, Hamidiye kâğıt fabrikası, mum fabrikası kuruldu. Ereğli kömür ocakları işletildi. Musul ve Kerkük civarında petrol kuyuları açıldı. Medine-i münevvereye kadar telgraf hattı ve ülkenin dört bir yanı demiryolu ile döşendi.
Avrupalıların, Osmanlı devlet adamları ve aydınları bünyesinde yaptıkları tahribat pek büyüktü. Bu tür durumlar, avrupada mevcut parti, fırka ve hizipçilik benzer biçimde her türlü toplumsal müesseseyi, devletlerinin bünyesine uygun olup olmadığını değerlendirmeden uygulama etmeye çalışıyorlardı. Bu maksatlarının tahakkuku için her türlü gayri meşru yolu deniyor, hatta Ermeni, Rum, Bulgar, Yunan ve Arnavut çetecileriyle ortaklaşa iş yapıyorlardı. Nihayet İkinci Meşrutiyetin ilanı ile kısmen ve 1909'da Sultan Abdülhamid Hanı tahttan indirerek, bu isteklerine tamamen kavuştular. Böylelikle batılılaşma ismi altında parti ve hizipçilik, memlekete hakim oldu. Bu yönetim, 10 milyon km2 toprağı olan Osmanlı ülkesini 10 yılda bitirerek, düşmanlarının insafına terk etti. Türk milletinin gözü önünde, tamamen mecrasından saptırılmış batılılaşma ismi altında böylesine acıklı bir görünüm mevcutken, yüz yıla yakın bir süredir, halâ bu mevzu üstünde tartışmalar sürmekte, ilim, fen ve teknik sahalarında bu mesafenin kat edildiği görülmemektedir. Meşhur Alman filozofu Ranke: "Eğer millet lâyık olduğu mevkie yükselememiş ise, bilin ki hayatına bir kasıt vardır" demektedir. Gerçekte de tarihte parlak medeniyetler tesis etmiş Türk milletinin en mühim bir vasfı da, ilim ve fende gerçekleştirilmek istenen hamlelere karşı hiçbir vakit karşı çıkmamış olmasıdır. Onun mukavemeti ve itirazı, ama örf ve adetlerine gereksiz yere müdahale edildiği vakit olmuştur. Bu ise kültür bütünlüğü ve istiklali bakımından, çok sağlıklı bir tepkidir. Türk toplumu hakkında bu hususta en iyi hükmü, Fransız akademisi üyesi Claude Farrere vermektedir. O; "Yeni Türkiye'yi saran en bulaşıcı, en fena mikrop, şüphesiz politika mikrobu. Günümüzün Türkleri, kitaplarda okudukları kimselere benzemek istiyorlar. Bu bakımdan şuurlu ya da şuursuz olarak, komşularında hakkaten yeni olan her şeyi kopya etmişler, özellikle ilerici olduklarını iddia eden komşularından. Rusya da ekranda görülen pencereden birisi. Fransa da... Eski Türkiye'yi medeniyete götürmüş olan tek araç İslam'dı. Gerçek imanları vardı. Bayanları da kendileri benzer biçimde mümindi. Toprağına çok türlü ve derin köklerle bağlı bir halkın dinini kökünden sökmeye kalkışmanın iyi bir şey bulunduğunu iddia edemeyeceğim. Menşelerine (asıllarına) çok yakın olan bir halkın, iç dünyasının temelini teşkil eden dinini kökünden sökmeye kalkışmanın, çok kararlı ve tehlikeli bir şey olduğuna inanırım" diyerek, hakikati, tüm açıklığıyla gözler önüne sermektedir.
Netice olarak, 1839'dan itibaren, batılılaşma, "yabancıların kültürleriyle yoğrulma" benzer biçimde, maksadından uzak bir manâda ele alındığı içindir ki Türkiye, ilim ve teknikte istenilen seviyeye ulaşmak şöyleki dursun, devamlı geriledi. Nitekim bugün pekçok Afrika ülkesi dahi, ilmî araştırmalarda, Türkiye'yi geçmiş mevcuttur. Japonya ve Kore benzer biçimde ülkeler, ileri seviyedeki devletlerin teknik gelişmelerini, kendi kültürleri ile mecz ederek kullanmak suretiyle, 50 yıl benzer biçimde kısa bir süre içinde ilimde, sanatta, teknikte, hattâ tecim ve ekonomide dünyanın süper güçleri arasına girdiler.
Türk milleti, batılılaşmayı gerçek manasında kavrayıp uygulama edebildiği gün, ileri milletler seviyesine ulaşmaya ve lâyık olduğu mevkii kazanmaya namzed olacaktır.
Batılılaşma (Garbçılık) Ayrıntılı Bilgi :
Tanzimat'tan sonrasında devleti kurtarmak ve modernleştirmek yolunda ortaya çıkan düşünce akımlarından birisi de Garpçılıktır. Fikrin kökenini ıslahat faaliyetlerinin başlangıcı ile bütünleştirmek mümkündür. Bu nedenle, I. Meşrutiyet'e gelinceye kadar Batılaşma hareketinin önderleri, ya padişahların bizzat kendileri ya da onların desteklediği devlet adamlarıdır. Vaziyet bu şekilde olunca, hareketin kapsamı Gülhane Hatt-ı Hümayunu benzer biçimde hükümdarla tebaa arasındaki münasebetlerin yeni hukuk esaslarına bakılırsa ayarlanmasından ibaret kaldı. Bunun en mühim sebebi de Osmanlılar ve Avrupalıların karşılıklı siyasî ve toplumsal münasebetlerinde, inanç ve kültür farklılığının mevcudiyeti ve Osmanlı Müslüman toplumunun kendisini kültürel bakımdan Avrupalılardan üstün saymasıydı.
I. Meşrutiyet, Batılılaşma hareketlerinde bir dönüm noktasını teşkil eder. Bu akımın çevresinde toplananlar, fikirlerini genellikle "İçtihad" dergisinde ortaya atarlar. Fakat, Garpçıların da kendi aralarında tam bir düşünce birliği içinde oldukları söylenemez. Gerilemenin bir takım gerekçeleri içinde "aydınları" kafa görevli tutmaları ve "kendisine nur verilmeyenden nur istemeye hakkımız yoktur" ifadeleri dikkat çekicidir. Bununla beraber iyimserdirler. Uçurumun kenarına gelmiş tek İslam Devleti'nin her şeye karşın kalkınabileceğine inanmışlardır. Bir şartla ki, toplumsal inkılap yapılsın. Bu ilmî bir metotla olabilir.
Batıcılara bakılırsa Osmanlı Devleti'nin en büyük problemi Batılı olmamaktan meydana gelmektedir. Dolayısı ile tek müessese yolu vardır o da bu yüzyılın düşünce ve gereksinimlerine uygun medenî bir devlet ve millet halini almaktır. Kısaca ilmî manasıyla "Garplılaşmaktır" "Nur ondadır." Ona gitmek mecburidir. "Çünkü ikinci bir uygarlık yoktur." Batıcılar bu aşamada ikiye ayrıldılar. Garp'nın bir tüm bulunduğunu gülü ve dikeni ile benimsenmesini korumak için çaba sarfeden Abdullah Cevdet ve arkadaşları birinci grubu oluşturur. Bu aşamada Abdullah Cevdet Batıyla çatışmayı "Bal kabağının Krupp güllesiyle çarpışması" olarak değerlendirir ve tatlı fakat boş bir hayal bulunduğunu ifade eder.
İkinci grubu oluşturan Celal Nuri ve arkadaşları ise Garbın yalnız teknolojisinin alınması icap ettiğini, Osmanlı Devleti hakkında düşmanca hisleri besleyen Batıya kültürel açıdan karşı çıkılmasının kaçınılmaz bulunduğunu savunur.
Batıcıların belirgin başlı tezlerini şu şekilde özetlemek mümkündür.
Batılaşmak, şu demek oluyor ki Garp devletlerine benzer bir hale gelmek kaçınılmazdır.
İmparatorluğun gelişmesine ve ilerlemesine din, tek başına bir engel değildir. Fakat İslamiyet'in yanlış yorumlanması ve bir takım batıl itikatların gelişmesi kalkınmaya engel olmaktadır.
Hususi teşebbüsün desteklenmesi gerekmektedir.
Batıcılar "İttihad-ı Anasır" şu demek oluyor ki Osmanlı birliğine taraftardırlar. Bu mealde Tanzimat ve Tanzimatçılığı savunmaktadırlar.
Bu görüşlerin yanı sıra Batıcılar o dönem için köktencilik diyebileceğimiz fikirleri de savunmaktadırlar. Bunların içinde padişahın tek eşli olması, fes'in atılarak şapkanın benimsenmesi, hanımefendilerin diledikleri tarzda giyinmelerine ve dolaşmalarına izin verilmesi, mevcut alfabenin atılarak Latin harflerinin kabul edilmesi, okuyuculuk, üfürücülük, falcılık vb. davranışların yasaklanması, medreselerin kapatılarak garp kolejleri tipinde okulların açılması, birer tembellik yuvası olan tekke ve zaviyelerin kapatılması.
Batıcılık düşüncesini savunanlar siyasî partilerden direkt yardım görmediler. Fakat, fikirlerinin mühim bir bölümü Cumhuriyet'in ilanından sonrasında uygulama alanı buldu.
Osmanlı İmparatorluğu'nda II. Meşrutiyetin ilanından itibaren başlamış olan özgürlükçü hava içinde türlü siyasal fikir ve eylemlerin yanında "Sosyalizm"düşüncesi de gündeme geldi. Fakat son aşama zayıf bir akım olarak kaldı. Parti, 1908 yılı sonundaki işbırakımı hareketleri ve 1909 senesinde parlamento da uzun tartışmalara sebep olan "işçi sendikaları" tartışmalarından sonrasında Eylül 1910'da "Osmanlı Toplumcu Fır-kası" ismi ile kuruldu. Parti, beyannamesinde "Sosyalizm"in Osmanlı İmparatorluğu'nda uygulamasını istemiştir. Gerek bildirge ve gerekse parti programındaki fikirler sosyalizmin klasik açıklamalarından öteye gitmemiştir.
Osmanlı Sosyalistleri fikirlerini partinin kuruluşundan ilkin şubat 1910'da Hüseyin Hilmi (Toplumcu Hilmi) tarafınca çıkarılmaya başlanan "İştirak" dergisinde açıklamışlardır. Bununla birlikte çok şikayetçi oldukları "basın hürriyetinin" kötü uygulanması yüzünden kısa ömürlü olan günlük gazeteleri de vardı.
Parti, işçi meselelerinin tartışılması üstünde kurulmasına karşın; partinin parlamento içinde işçi sorunları, ya da toplumcu fikirlerin tartışılması benzer biçimde mevzularda hiçbir katkısı olmadı. Bunun kim bilir en mühim sebebi, partinin milletvekilinin bulunmaması ve parlamentodan da partiye hiçbir katılımın olmamasıdır.
Osmanlı sosyalistleri insicamlı ve sürekli olmayan fikirleri içinde Batılaşma meselesini sosyalizmin gerçekleşmesine bağlamıştır. Bu bakımdan, iki devrelik bir program teklif ettikleri görülmektedir. Birinci dönem siyasidir. Başka devrenin ise toplumcu olması gerekir. Siyasal dönem 10 Temmuz 1908'de meşrutiyetle gerçekleşmiştir. Bu devrede kısa açıklamalar icra eden sosyalistler ihtilâlci ve savaşçı fikirlerini ortaya koymaktan çekinmediler. "10 Temmuz hürriyeti gerçi harben...feth olunmadı, alındı." Osmanlı sosyalistlerine bakılırsa "Özgürlük ama harp ve darp ile" büyük fedakarlıklarla, "parça parça feth olunur". Bu bakımdan 10 Temmuz toplumcu bir hareket değildir. O halde yeni bir devrime gerek kalmıştır. Fakat, devrimden sonrasında nasıl bir uygulamaya geçileceği ya da cemiyet refahının arttırılacağı mevzusunda her hangi bir cevap yolu önermemiştir. çünkü, kafi bilgi birikimi, ekibi ve alt yapısı yoktur.
YORUMLAR