Hipokrat Yemini Doktor Apollon, Aesculapios, Hygeia ve Panacea adına, tüm Tanrılar ve Tanrıçaların şahitliğinde vallahi billahi ki, ...
Hipokrat Yemini
Doktor Apollon, Aesculapios, Hygeia ve Panacea adına, tüm Tanrılar ve Tanrıçaların şahitliğinde vallahi billahi ki, hemen aşağıdaki andımı kabiliyetim ve gücüm yettiğince yerine getireceğim. Bu sanatı bana öğreteni ebeveynim yerine koyacağım, hayatımı onunla paylaşacağım ve ihtiyacı olursa mallarımı onunla bölüşeceğim, çocuklarına kardeşlerim şeklinde bakacağım, istedikleri taktirde bu sanatı onlara parasız ya da yazılı bir söz almaksızın öğreteceğim, bilgilerimi oğullarıma, ustalarımın oğullarına, ve bu mesleğin kurallarını kabul edenlerden başka hiç kimseye öğretmeyeceğim. Tedavi reçetelerimi kabiliyetim ve gücüm yettiğince hiçbir süre birisine zarar vermek için değildir, hastalarımın iyiliği için kullanacağım. Asla kimseyi memnun etmek için ölümcül bir ilaç reçete etmeyeceğim şeklinde, ölümüne niçin olabilecek bir tavsiyede dahi bulunmayacağım. Bir hanıma az yaptıracak aletler vermeyeceğim. Hayatımın ve sanatımın saflığını koruyacağım. Bıçağımı mesanesinde taş olduğu aşikar olanlar için dahi kullanmayacağım, bu işi ehillerine bırakacağım. Gittiğim her eve yalnız hastanın iyiliği için gireceğim, kendimi hastalık yapıcı etkenlerden ve bilhassa de ister hür ister köle olsun hanım ve erkeklerle aşkın hazlarından uzak tutacağım, sanatımın icrası esnasında ya da günlük hayatımda bana gelen ve yayılmaması ihtiyaç duyulan detayları sır olarak tutacağım ve hiçbir süre açmayacağım. Bu andımı tuttuğum sürece, hayatım ve sanatımın icraası bana mutluluk versin, tüm insanoğlu tarafınca devamlı saygı göreyim, eğer yeminimden dönersem bunun zıddı bana az gelsin.
Hipokrat kimdir ?
Tıbbın babası olarak kabul edilen Hipokrat (Hippocrates) İsa'dan ilkin 460 senesinde bugün Yunanistan'a bağlı olan Kos adasında doğmuştur. Doktor Heraklides'in erkek evladıdır. Yaşamış olduğu dönem sanatçı ve entellektüellerin ilk kez gerçeği bulmak istedikleri zamanlar olan Yunan sürecinin altın çağıdır. Yaşamış olduğu dönemdeki inanışın aksine hastalıkların muhteşem güçlerden ve tanrıların gazabından landığına inanmamış, her hastalığının fizyolojik ve gerçekçi bir açıklaması bulunduğunu düşünmüştür. Çalışmalarını gözlem üstüne oturtmuş, tıbbı ilim ve sanat haline getirmiştir. Zaatürre ve çocuklardaki sara hastalığının emarelerini ilk tanımlayan hekimdir. Gene fikir ve duyguların kalpden değildir beyinden landığı fikrini ortaya atan ilk doktor Hipokrat'tır. Sanatını uygulamak suretiyle tüm Yunanistanı dolaşmış, Kos adasında bir tıp okulu kurup fikirlerini öğretmiştir. Öğretisi genel anlamda etik ağırlıklıdır. Bu Hipokrat andında da açıkça görülmektedir. Bilimsel tıbbın kurucusu olan büyük doktor İsa'dan Ilkin 377 senesinde ölmüştür. Yetmişi bulan emekleri bir süre sonra kitap haline getirilmiş ve 18.yüzyıla kadar tıpta klasik kitap olarak 2000 yıldan uzun bir süre kullanılmıştır. Gene ikibin yıldan bu zamana kadar mesleğe adım atan tüm hekimlerin değişik şekillerini okumuş olduğu Hipokrat Yemini sanılanın aksine Hipokratın kendisi tarafınca değildir muhtemelen oğlu ya da öğrencilerinden birisi tarafınca İsa'dan ilkin 5. yüzyılda yazıya dökülmüştür. Hipokrat yemini tıbbi etik ile ilgili malum en eski metindir ve prensipleri değişikliğe uğramış olsa dahi süre, yer, toplumsal sitemler ve dinlerden bağımsızdır. Hipokrat'ın ilk kuralı, hekimin gerek fikirleri gerekse seçtiği tedavi ile hastaya zarar vermemesidir. Hipokrat yemini hekimlik sanatının mühim sembollerinden birisidir. Herhangi bir bağlayıcılığı ve yasal yaptırımı olmamasına karşın metin hekimlik zamanı ve yasaları açısından ehemmiyet taşımaktadır.
Doktor Apollon, Aesculapios, Hygeia ve Panacea adına, tüm Tanrılar ve Tanrıçaların şahitliğinde vallahi billahi ki, hemen aşağıdaki andımı kabiliyetim ve gücüm yettiğince yerine getireceğim. Bu sanatı bana öğreteni ebeveynim yerine koyacağım, hayatımı onunla paylaşacağım ve ihtiyacı olursa mallarımı onunla bölüşeceğim, çocuklarına kardeşlerim şeklinde bakacağım, istedikleri taktirde bu sanatı onlara parasız ya da yazılı bir söz almaksızın öğreteceğim, bilgilerimi oğullarıma, ustalarımın oğullarına, ve bu mesleğin kurallarını kabul edenlerden başka hiç kimseye öğretmeyeceğim. Tedavi reçetelerimi kabiliyetim ve gücüm yettiğince hiçbir süre birisine zarar vermek için değildir, hastalarımın iyiliği için kullanacağım. Asla kimseyi memnun etmek için ölümcül bir ilaç reçete etmeyeceğim şeklinde, ölümüne niçin olabilecek bir tavsiyede dahi bulunmayacağım. Bir hanıma az yaptıracak aletler vermeyeceğim. Hayatımın ve sanatımın saflığını koruyacağım. Bıçağımı mesanesinde taş olduğu aşikar olanlar için dahi kullanmayacağım, bu işi ehillerine bırakacağım. Gittiğim her eve yalnız hastanın iyiliği için gireceğim, kendimi hastalık yapıcı etkenlerden ve bilhassa de ister hür ister köle olsun hanım ve erkeklerle aşkın hazlarından uzak tutacağım, sanatımın icrası esnasında ya da günlük hayatımda bana gelen ve yayılmaması ihtiyaç duyulan detayları sır olarak tutacağım ve hiçbir süre açmayacağım. Bu andımı tuttuğum sürece, hayatım ve sanatımın icraası bana mutluluk versin, tüm insanoğlu tarafınca devamlı saygı göreyim, eğer yeminimden dönersem bunun zıddı bana az gelsin.
Hipokrat kimdir ?
Tıbbın babası olarak kabul edilen Hipokrat (Hippocrates) İsa'dan ilkin 460 senesinde bugün Yunanistan'a bağlı olan Kos adasında doğmuştur. Doktor Heraklides'in erkek evladıdır. Yaşamış olduğu dönem sanatçı ve entellektüellerin ilk kez gerçeği bulmak istedikleri zamanlar olan Yunan sürecinin altın çağıdır. Yaşamış olduğu dönemdeki inanışın aksine hastalıkların muhteşem güçlerden ve tanrıların gazabından landığına inanmamış, her hastalığının fizyolojik ve gerçekçi bir açıklaması bulunduğunu düşünmüştür. Çalışmalarını gözlem üstüne oturtmuş, tıbbı ilim ve sanat haline getirmiştir. Zaatürre ve çocuklardaki sara hastalığının emarelerini ilk tanımlayan hekimdir. Gene fikir ve duyguların kalpden değildir beyinden landığı fikrini ortaya atan ilk doktor Hipokrat'tır. Sanatını uygulamak suretiyle tüm Yunanistanı dolaşmış, Kos adasında bir tıp okulu kurup fikirlerini öğretmiştir. Öğretisi genel anlamda etik ağırlıklıdır. Bu Hipokrat andında da açıkça görülmektedir. Bilimsel tıbbın kurucusu olan büyük doktor İsa'dan Ilkin 377 senesinde ölmüştür. Yetmişi bulan emekleri bir süre sonra kitap haline getirilmiş ve 18.yüzyıla kadar tıpta klasik kitap olarak 2000 yıldan uzun bir süre kullanılmıştır. Gene ikibin yıldan bu zamana kadar mesleğe adım atan tüm hekimlerin değişik şekillerini okumuş olduğu Hipokrat Yemini sanılanın aksine Hipokratın kendisi tarafınca değildir muhtemelen oğlu ya da öğrencilerinden birisi tarafınca İsa'dan ilkin 5. yüzyılda yazıya dökülmüştür. Hipokrat yemini tıbbi etik ile ilgili malum en eski metindir ve prensipleri değişikliğe uğramış olsa dahi süre, yer, toplumsal sitemler ve dinlerden bağımsızdır. Hipokrat'ın ilk kuralı, hekimin gerek fikirleri gerekse seçtiği tedavi ile hastaya zarar vermemesidir. Hipokrat yemini hekimlik sanatının mühim sembollerinden birisidir. Herhangi bir bağlayıcılığı ve yasal yaptırımı olmamasına karşın metin hekimlik zamanı ve yasaları açısından ehemmiyet taşımaktadır.
Tıp Nedir? Tıp Bilimi Hakkında
Mühendislik Bilimi ve Zamanı
Mısırlılarda tıp ve eczacılık bilimi hakkında bilgi verir misiniz?
Tıp nedir ?
- Sıhhatli olma halinin sürdürülmesi, hastalıkların önlenmesi, hafifletilmesi ve tedavi edilmesi ile uğraşan ilim ve sanat.
- Hastalıkları, sakatlıkları iyileştirmek, hafifletmek ya da önlemek ereği ile başvurulan teknik ve bilimsel çalışmaların tümü, hekimlik.
- İnsanların bedenen ve ruhen tam bir iyilik hali içinde olmaları amacına yönelik uygulamaların tümü ile uğraşan, bu amaca yönelik türlü tabii ve toplumsal bilimleri ve kendine özgü bir tecrübe birikimini kullanan disiplin.
Bir ilim olarak tıp
- Anatomi, fizyoloji, biyokimya şeklinde temel tıp dalları kendi başlarına bir ilim olarak tanımlanmaktadır
- Klinik dallar ise klasik olarak ilim olarak adlandırılmaktansa, birer disiplin olarak tanımlanabilir
- “Güzel sanat†değildir, Türkçe'de daha çok “zanaatâ€
- Tecrübe, ustalık ve el becerisi
- “Klinik hisâ€
Sıhhat Nedir?
- İnsanın bedensel, kültürel, çevresel, ruhsal olarak bir iyilik hali içinde bulunması
Hastalık nedir?
- Hastalık, kişiyi rahatsız eden, düzgüsel olmayan, ve kendi bedeninden lanan uyarımların oluştuğu bir durumdur. Başka bir deyişle sağlığın bozulmasıdır, kısaca, kişinin denge (homeostasis) durumundan çıkmasıdır.
- Hastalığın bir sebebi (etiyoloji) ve bir gelişim mekanizması (patogenezis) vardır. Hastalık vücutta hücre ve organlarda yapısal değişimler (morfolojik değişimler) ve fonksiyonel değişimler (klinik bulgular) yapar.
Kutadgu Bilig, 1070
Tıpta Temel Bilimler
- Biyokimya
- Histoloji
- Embriyoloji
- Anatomi
- Fizyoloji
- Farmakoloji
- Mikrobiyoloji
- Biyoloji/Genetik
- Biyoistatistik
- Biyofizik
- Patoloji
- Tıbbi etik
Tıp Zamanı
Eski Yunanistan
Truva kuşatmasında cerrahlar
Eski Ege Uygarlığı M.Ö. 3000 yıllarında, Yunan adalarının Akdeniz'in şark kıyılarında yaşayan ırklar tarafınca fethedilmesiyle başladı. Bu zamanda Helenistik öncesi kültür, bir sürü oryantalist etkiyle kaynaşmanın yanı sıra Asya'dan ayrılma süreciyle de farklılıklara uğradı.
Helenistik tıp, felsefenin ışığında gelişti. Katı eleştinlerle disiplin altına alındı. İyileştirme eylemi sanat olmasıyla birlikte ilim olarak da düşünüldü. Helenistik dönemde tıp, yalnızca rahipler tarafınca değildir, sorgulamayı büyüye yeğleyen insanoğlu tarafınca da uygulanmaya başladı. Bu zamanda tabip fazlasıyla saygı duyulan bir kişiydi. Yunan tıbbı ile ilgili en mühim bilgi membaı Homeros'tur. Homeros şöyleki yazmaktadır: "Tabip, pekçok yaşama kıymet bir varlıktır. Yaralardan okları çıkarmada ve açılan bu yaralan bitkisel merhemlerle iyileştirmede eşi yoktur."
İlyada adlı kitabında Homeros, ok ve ciritlerin çıkarılmasından, bandajlamadan, kompreslerden, kanamayı durdurmadan, yaraları balmumuyla iyileştirme sistemlerinden-,metotlarından, bitkisel özlerle meydana getirilen ilaçlar ve yaralıyı hayata döndürmede yararlanılan şarap ve başka sıvılardan söz eder. Şüphesiz, Homeros'un sunmuş olduğu tıbbi bilgiler, Girit ve Ege'de Helenistik dönem öncesi uygarlıklarda uygulanan uygar sistemleri,metotları yansıtıyor.
İlk uygarlıkların çoğunda olduğu şeklinde Yunanlılar da kanın önemini anlamışlar fakat gerçek fonksiyonunu saptayamamışlardır. Ama türlü şikayetleri gidermek için kan akıtma yöntemini kullanmışlardır, O zamandan şu zamana yüzyıllardır damarları kesme ya da şişe çekme sistemleri,metotları kullanılmaya devam edilmiştir.
Aesculapius'un tapınakları
İlyada'da, tanrılara sık sık meydana getirilen göndermelere ve ölüm dualarına rağmen, Homeros'un devrinde tıbbın büyüye dayanmadığı, uzmanlar tarafınca uygulanan, karşılığında para kazanılan bağımsız bir disiplin olduğu açıktır. Ama süre içinde Yunan kültürü üstündeki şark tesiri gittikçe daha belirgin hale geldi. Netice olarak tıp da ruhanileşti. Homeros'dan sonraki edebi eserler incelendiğinde, büyü, fena ruhlar, kahinler ve kehanetle ilgili mevzulara göndermelerle yüklü oldukları görülür.
Bu zamanda Yunan tanrılarının büyük bölümü şifa verici özellikleriyle anılmaya başlandı. Apollo, Artemis, Athena ve Afrodit'in yanı sıra yer altı tanrıları da hastalıkları tedavi edebilmekte ya da önleyebilmekteydiler. Aesculapius mezhebi de bu tanrılardan herhangi birine tapınmayla gelişmiş olabilir. Çünkü sembolü olan yılan yer allı güçlerinin eski bir simgesidir. Bununla birlikte yılan, Anadolu'daki Sami kabileleri içinde şifa tanrısının mukaddes işareti olarak kabul edilirdi.
Ortalama M.Ö. 770 yıllarında, tıp tanrısına adanan ilk Aesculapius tapmakları inşa edildi. Mabet yapımı hızla gidişti. Devrin yazarları tapınakların ver almış olduğu 300'ün üstünde alandan sözederler. Bu tapınaklar, çoğu zaman ormanlara, su larına, madensel özelliklere ve mükemmel manzaralara haiz olan güzel topraklar üstüne yapılmıştı. Bu tapınakların en ünlüleri Epidarius, Knidos, Kos, Atina, Bergama ve Cyrene'dedir. M.Ö. 5. yüzyılda insanoğlu tarafınca hain ziyaret edilmekteydiler. Başka Eski uygarlıklardan değişik olarak Yunanlılar içinde din şiirsel bir mitolojiydi. Doğayı eleştirme ve keşfetme özgürlüğüne hiç bir zaman karışmazdı. Rahipleri hususi bir sınıfa mensup değillerdi. Kazanç için çalışırlardı. Rahip olmayan doktorların tedavisi işe yaramayınca insanoğlu yardım için Aesulapius tapmaklarından medet umarlardı.
Tapınaklarda tedavi dinseldi. Banyo ve oruç esaslarına dayanırdı. Hastalar temizlendikten sonrasında ve sunağa yaklaşmaya hazır olduklarında tövbe öreni düzenlenirdi. Hastalar en iç mıntıkaya abatona alınırlardı. Burada battaniyelere sarılı olarak koyun postları üstüne uzanır, oruç tutmaktan ve uyku ilaçlarından bitkin düşmüş olarak uyurlardı. Bundan sonrasında tedavinin aslolan kısmı başlardı. Hastalar uyur uyumaz rahipler peşlerinde uyuyan hastaların yaralarını emen mukaddes yılanlarla yataklar içinde dolaşırdı. yandıklarında her hastanın rüyasında ne gördüğünü anlatması gerekirdi, undan sonrasında bir rahip rüyayı yorumlar ve uygun tedaviyi anlatırdı. İyileşir kimi süre gerçekleşir kimi süre gerçekleşmezdi. Bu durumda rahipler, hastanın ya kendisine söylenenleri tam olarak yerine getirmediğini ya da tedaviye inancı olmadığım söylerlerdi.
Hasta tapınaktan ayrılmadan ilkin paranın yanı sıra kendi ismini taşıyan, hastalık ve tedavinin kayıtlı olduğu, adak durumunda bir tablet verildi. Tabletler tapınağın duvarlarına asılırdı. Böylelikle tapmağa yeni gelecek kişilerin itimat duymaları sağlanırdı. Meme kanseri de dahil olmak suretiyle türlü hastalıkların tariflerini ve tedavilerini içermeleri bakımından bu tabletler nümüzde de ilgi çekmektedirler.
Tertipli Tıp
Yunanlıların, hastaların sağlıklarına kavuşmaları mevzusundaki ümit ve endişeleri hususuna ehemmiyet vermeye başlamaları Aesculapius mezhebi ile adım atmıştır. Şeytan çıkarma işleminden arındırılmış bir psikoterapi yönteminin tapınaklarda başladığı söylenebilir. Vakit ilerledikçe, rahipler dinsel tedavi sistemlerinden-,metotlarından gittikçe uzaklaşmaya başladılar. Esasen rahip olmayanların uyguladıkları tedavi sistemleri,metotları en eski devirlerden bu zamana kadar mabet sistemiyle birlikte uygulanıyordu. M.Ö. 6. yüzyıldan itibaren tıp ustalaşmış bir kimlik kazanmıştır. Yeni eğitim görmüş öğrenciler, okullarının saygınlığı gözönüne alınarak kendilerine verilen çabalama ehliyetini alabilmek için konseye başvururlardı. Pratisyenler para karşılığında hasta kabul edebilir ve bir muayenehane açabilirlerdi.
Greko-İtalik Okul ve Bilimsel Tıbbın Doğuşu
Yunanlılar sorgulayıcı bir fikir sistemi geliştirmişlerdi. Yaşamla ilgili sorulara yeni yaklaşımlar getirdiler. Sorguladıkları konuların başlangıcında insan ve tabiat gelirdi. Bu yüzdendir ki ilk filozoflar bununla beraber biyolog ve tabiat bilimciydiler. Yunanlılar felsefeyi, insanı ve dünyayı anlama girişimi olarak görürlerdi. Maksatları iyi bir yaşam şekli saptamak ve sonrasında da her insanın böylece yaşamasını sağlamaktı.
Greko - İtalik okul, Pisagor (Pythagoras) (M.Ö. 580-489) tarafınca kurulmuş olan, bilimsel tıbbın temelini oluşturan büyük bir felsefe okuluydu. Aynı yıllarda cenup İtalya'da bulunan Croton nahiyesinde da gelişmekte olan bir tıp okuluna sahipti. Pisagor'un okulunun buradaki okulla bağlantısı vardı. Pisagor, Croton okulunda bazı düzenlemeler yapmıştı. Yeni tanışanlar için katı kurallar koymuştu. Böylece okulun ayakta kalmasını sağlayarak bir sürü araştırma yapmıştı. Okulun öğrencileri çok gizli saklı bir topluluk şeklinde davranırlardı. Uzmanlar liderlerine bağlı kalacaklarına, deneyimi olmayanlara hususi bilgilerini ifşa etmeyeceklerine yemin ederlerdi. Pisagor'dan ilkin hastalık terimi doğaüstü bir örtüyle perdelenmîşti. Pisagor'un öğretileri yardımıyla bu kavram bilimin ışığı altında aydınlığa kavuştu. Evreni yöneten uyum ve oran ilkesi makrokozmos, insan organizmasındaki mikrokozmosa yansıdı.
Croton okulunda Pisagor'dan daha genç ve tıbba gerçek ilim niteliğini kazandıran en ünlü tabip Alcmaeon'du. Alcmaeon, göze ait sinirleri ve kulaktaki östaki borusunu keşfeden, beynin, akıl ve duyuların merkezî bulunduğunu saptayan ilk kişiydi. Görme duyusunu etkileyen üç ana etkeni, gözdeki dışsal ışık, içsel ateş ve sıvıyı keşfetmişti. Bu anatomi ve fizyoloji uzmanı, dolaşım üstünde de birisi akım gözlemlerde bulunarak toplardamarları atardamarlardan ayırdı. Beyindeki hasarların yaratığı işlev bozukluklarını araştırdı, uyku ve ölüm üstüne uzun süre kabul görecek açıklamalar getirdi. Nobcl Ödülü kazanan İtalyan Camillo Golgi, 1910'larda yapmış olduğu bir açıklamayla Alcmacon'un teorisinin bugün de serebral anemi olarak geçerli bulunduğunu belirtti. Alcmaeon tam olarak, uykunun; kan beyinden damarlara çekilmiş olduğu süre gerçekleştiğini, bu akış tamamlandığında ve yalnızca tek yönlü hale ulaştığında ise ölümün gerçekleştiğini savunmuştu.
"Tabiat üzerine" adlı kitabın içinde ne olduğu Alcmaeon'un öğretilerinin bir özelidir. Alcmaeon, Yunanlılara hastalıkların tabiatı ile ilgili makul bir izah etme getirmiş ve bu hastalıkları tabiat üstü güçlere başvurmadan önleme ve iyileştirme yolları önermiştir. Bu bakımdan da tıp tarihinde oldukça ehemmiyet taşır. Alcmaeon'a bakılırsa sıhhat ve sıhhat bozuklukları, sıcak ve soğuk, ıslak ve kuru, tatlı ve ekşi şeklinde temel karşıtlıklara dayanmaktaydı. Hastalığın sebebi bu dengelerdeki bozukluklardı. Hastalığı yenme arzusu ilk kez Alcmeon, uyumsuzluğun potansiyel larını adlandırmasıyla somut bir biçim aldı. Bu lar; ferdin yapısı, yanlış beslenme, düzensiz ya da yetersiz rejim, iklim, yükseklik şeklinde dış etkenlerdi. Günümüzde bu sıralama yetersiz görülebilir, fakat o zamanlar insanoğlu hastalığı yenmek için yapılacak bir savaşı kazanmak için yalnızca bulgu daha yapmanın kafi olacağım düşünmüş olabilir.
Greko-İtalik okuldan Agrigentumlu Empedocles (M.Ö. 500-430) de, evreni yöneten kanunlara tanrısal bir açıdan yaklaşarak mühim bir katkıda bulunmuştur. Dünyayı oluşturan dört elemeni, olduğuna, bu elementlerin oluşmuş, değiştirilemez olduklarına ve herşeyin kökeninin, toprak, hava, ateş ve su olduğuna inanırdı. Ona bakılırsa kalp dolaşım sisteminin merkeziydi. Kan sürekli olarak kalbe doğru ve kalpten bedenin başka noktalarına doğru akardı. Ruh, başka adıyla yaşamın soluğu ise tüm vücuda kan damarları ile dağıtılırdı. Empedocles bununla birlikte, solumanın akciğerlerle sınırı olan olmadığına, derideki gözeneklerle de gerçekleştiğine inanırdı.
Yunanlıların tıbbi konulardaki pratikliğinin. Sokrat öncesi felsefenin etkilerinden ve bilhassa de Pisagor okulunun öğretilerinden landığı söylenebilir. Tabiatın direkt gözlemlenmesi, füme varıma dayalı bir mantık, yaşamın sebebi ve anlamı mevzusundaki araştırmalara verilen ehemmiyet tıp bilimindeki gelişmeyi de bununla beraber getirmişti. Pisagor okulu yüzyıllar süresince patoloji faaliyetinde kabul görecek olan dört element ve bunlara karşılık gelen salgılar doktrinini geliştirdi. Bununla birlikte hastalıkların belli başlı bir organ ya da vücudun belirgin bir bölümüyle sınırı olan olmadan, genel şartlardan oluşabileceğinin kabul edilmesi de önemlidir. Belli başlı aralıklarla tekrarlayan hastalıkların vurgulanması, kriz ve eleştiri günler doktrinin oluşmasına niçin olmuştur. Bu öğreti, eski Babil astrolojisindeki kavramları yansıtmaktadır.
Ayrıca cenup İtalya ve Sicilya'da Greko - İtalik okul gelişirken, Şimal Afrika'da Cyrene'de, Datça Yarımadası'nda Knidos'ta, Rodos ve KON adalarında da başka tıp okulları açılmaya adım atmıştır. Buralarda öğretim, tanı ve muayeneye dayanmaktadır. Doktorlar hastalığın teşhisine gösterdikleri ilgiyi hastalığın sebeplerine göstermemişlerdir.
"İyileştirci Apollo, Aesculapius, sıhhat ve tüm iyileştirici güçler üstüne vallahi billahi ki yetkimi, tüm yeteneklerimi ve mantığımı kullanarak hastalara yardım etmek için kullanacağım."
Hipokrat, Tıbbın babası
Ege Denizi'ndeki Kos Adası'ndaki büyük çınar ağacı hala ayaktadır. M.Ö. 5. vüzyıl sonlarında, gençlerin tıp sanatıyla resmi tanışmalarını bu ağacın altında yaptıkları söylenir. Ağacın etrafına toplanan gençler, yaşıtları ve yaşlıların içinde, yüzyıllardır mesleki davranışlara yüksek bir standart getirmiş olmakla ün yapmış, şu anda Hipokrat yemini olarak malum yemini ederlerdi. M.Ö. 5. yüzyılda bu yemin, Hipokrat önderliğindeki Kos okulunun ruhunu simgelemiştir.
Yeminin aslı, Hipokrat ya da öğrencilerinin ahlaki çalışmalarında yankılanır. "Sanat üzerine" adlı kitabında Hipokrat, tıp sanatı ile ilgili olarak şöyleki demiştir: "Ilkin kapsamının ne olması icap ettiğini söylemeliyim; acıları yok etmek ya da en azından hafifletmek. Buna inanmayanlar dahi bunun varlığı ve gücünün kanıtı ile iyileşebilir."
"Doktorlar üzerine" adlı çalışmasında ise Hipokrat şöyleki der: "İnsanların kendi bedenlerine bakmayı bilmeyenlerin başkalarına bakamayacaklarını düşünmeleri sebebiyle, doktorlar için iyi bir görünüme haiz olmak ve iyi beslenmek önemlidir. Doktorlar, iyi mi konuşmaları ve ne süre susmaları icap ettiğini, tertipli bir yaşam yaşamaları icap ettiğini bilmelidirler. Çünkü bu özelikler doktorun ününü artırır. Dürüst olmalıdırlar. Bundan dolayı tüm insanlara karşı dürüst, kibar ve anlayışlı olmalıdırlar. Değerlendirmeden ve birdenbire hareket etmemelidirler. Soğukkanlı, sakin görünmeli ve hiç bir zaman öfkeli olmamalıdırlar. Ama bununla beraber çok neşeli olmaları da lehlerine değildir."
Etik emekler ve Hipokrat yemini, "Corpus Hippocraticum'un bir kısmını oluşturur. "Corpus Hippocraticum", İskenderiye'deki kütüphane için, türlü okulların M.Ö. 3. yüzyılda bir araya getirilmiş olan tıbbi tezlerinden oluşmaktadır.
Bu ünlü kitapta yer edinen çalışmaların yalnız birkaçının Hipokrat'a ait olması mühim değildir. Çünkü burada aslolan mühim olan insan ve onun hakim olduğu sistemdir. Tezler arasındaki tüm zıtlıklara karşın hepsi doğacı bir yaklaşımda birleşirler. Kuramsal olmaktan çok pratiğe ehemmiyet verirler.
M.Ö. ortalama 1. ve 2. yüzyıllar içinde Hipokrat'ın biyografisini ilk olarak kaleme almış olan Efesli Soranus'a bakılırsa, Hipokrat, M.Ö. 460-450 yılları içinde Kos'ta doğmuştur. Bir doktorun erkek evladıdır. Tıbbı babasından öğrenmiş ve çok gezmiştir. Thessaly, Trakya ve Propontis'i ziyaret etmiş olduğu bilinmektedir. Hatta Libya ve Mısır'a gitmiş olması ihtimali vardır. Uzun seneler süresince Kos Okulu'nda öğretmenlik yapmıştır. ünü ve saygınlığı öylesine büyüktür ki, öldüğünde, arıların mezarının üstündeki çiçeklerden yaptıkları balın muhteşem iyileştirici özeliğe haiz olduğuna inanılmıştır.
Hipokrat, bu büyük ünü üstün kabiliyetleriyle kazanmıştır. İnsanın ıstırap çekmesi mevzusunda derin bir anlayış geliştirmiş, doktorun yerinin hasta yatağının başı bulunduğunu söyleyerek, doktoru hastanın hizmetine sunmuştur. Acının büyüye başvurulmadan, hijyen ve kanıtlanmış tedavi yöntemleriyle iyi mi hafifletilebileceğini göstermiştir. Tıbbı kendi süreci için yeni ve tarihsel bakımdan belirleyici bir yöne oturtmuş, klinik gözlemlere dayanarak geliştirdiği tedavi yöntemleriyle tanrıları bir yana bırakmıştır.
Tedaviye belli başlı bir yön getirmenin yanı sıra Hipokrat, çağının tüm tıbbi bilgilerini hastalık kavramıyla ilişkilendirmiştir. Bu hastalık terimi, görüleceği şeklinde, dönemin imtihanından geçmiş ve çağımızın başlangıcına kadar geçerliğini korumuştur.
Son olarak Hipokrat, bugün de geçerli olan, gözleme ve mantığa dayalı, tanısal bir araştırma yöntemi geliştirmiştir.
Hipokrat öğretisinin zayıf yanı, çağıl tıbbın temeli olan anatomi ve fizyolojide yetersiz kalmasıdır. Yunanlılar ölülerine gösterdikleri saygı sebebiyle insan bedeninin teşrihini yasaklamışlardı. Bu yüzden devrin anatomi bilgisi hayvanlardan edinilmekteydi. Temelde klinik ve ergonomik olan Hipokrat tıbbi incelemelerine merkez olarak tamamen hastayı almış ve sıhhatli insanı gözardı etmiştir. Ortaya çıkartılan gerçekler bu nedenle temel bir bilgi dağarcığının oluşmasına yetmemiştir.
Hipokrat'ın yolundan gidenler, vücudun toprak, hava, ateş ve sudan oluşan dört elementin birleşmesinden ve bunların nitelikleri olan sıcak ve soğuk, ıslak ve kuru kavramlarından meydana geldiğine inanırlardı. İçsel ısı, yaşamın temel şartıydı ve bu ısı sona erdiğinde ölüm gerçekleşirdi. Bu ısının durağan bir düzeyde korunması için ruhun vücudun her yerine yayılması ve kanla damarlarda dolaşması gerekirdi.
Salgı uyumuna dayanan hastalık terimi bugün gerçeklerden oldukça uzak görünüyorsa da, 19. yüzyılın birinci yarısında hala geçerliliğini korumaktaydı. Bu kavramlar, ateş, iltihaplanma, çıban, iltihap ve ishal (diarrhoea) şeklinde dış hastalık emarelerinden yola çıkılarak meydana gelen tedaviyi etkilemezdi. Bu tür durumlar, tüm organik salgılar şeklinde uygun ve cazip bir boşaltım yolu olarak görülürdü. Hümörler arasındaki denge bozulduğunda tabiatın gayesi şartları normale döndürmeye çalışırdı.
Patoloji (hastalık bilimi), çağıl nazar açısından, daha da ilgi çekicidir. Hipokrat'a ait olduğu kati olan "Hava, Su ve Bölgeler üstüne" adlı kitabın konusunu oluşturur. Yaratı, insanoğlunun fizyolojik görünümünü, türlü ırk türlerinin etnik özelliklerini etkileyen dış etkenler mevzusunda gerçek mealde yapılmış ilk sorgulamadır.
Kitabın mühim pasajlarından birinde Hipokrat şöyleki der: "Tıbbı doğru olarak idrak etmek isteyen hepimiz burada yazılanları öğrenmek zorundadır. Ilk olarak yıl içindeki tüm mevsimlerin etkilerini ve bu mevsimler arasındaki farkları göz önüne almalıdır. Hem tüm ülkeler için geçerli olan, hem de tek bir bölgeyi etkileyen rüzgarları, soğuk ya da sıcağı fark etmelidir. Son olarak değişik unlardaki suların değişik niteliklerini, vücut üstündeki etkilerini bilmelidir. Aynı şekilde insanların iyi mi yaşadıklarını, nelerden hoşlandıklarını, ne yediklerini, ne içtiklerini, fizyolojik egzersiz yapmış olup yapmadıklarını, işi olmayan ve şişman olup olmadıklarını gözlemlemelidir. Bölgesel şikayetleri anlamaları ve uygun reçeteler yazabilmeleri için doktorların bunların hepsini bilmeleri gerekir."
Hipokrat anlayışını benimsemiş pratisyenler vizitlerini öğleden ilkin yaparlardı. Çünkü sabahlan, hem hasta hem de doktorun kafası daha zindedir. Hastanın geceyi iyi mi geçirdiğini ve bağırsak fonksiyonlarını sorguladıktan sonrasında hastanın vücudunu, nefes alıp vermesini, terini ve idrarını incelerdi. Ateş hastanın göğsüne el dayanarak ölçülür, perküsyon ile karaciğerin sertlik ve büyüklüğü anlaşılır, dalak ve akciğerlerin şartları hakkında bilgi elde edinilirdi. Bu aşamalardan sonrasında tabip, ustasının çok kıymetli öğütlerini aklında tutarak daha kapsamlı bir muayeneye başlardı. Hipokrat'ın tanımlamaları kesindi. Mesela, zatülcenp krizini şöyleki tanımlamıştır: "Akciğer kaburgalara kıymet ve hasta öksürürse toraksta ıstırap hissedilir ve derinin deriye sürtmesiyle oluşan sese benzer bir ses duyulur."
Prognoz da oldukça önemliydi. Hastadaki her değişiklik özenle kaydedilirdi. Günümüzde de hala aynı şekilde kullanılan Hipokrat Yüzü disiplinli bir alarmdı: "Sivri bir burun, çökmüş gözler, oyuk şakaklar, soğuk ve lobları dışarı dönmüş kulaklar, yapışkan ter, sarımsı beniz..." Bu görünüm, Shakespeare'in de tanımladığı şeklinde yaklaşan ölümün habercisiydi; Falstaff öldüğünde, Mistress Pistol bu durumu şu sözleriyle anlatır: "Çarşafta kıvranırken bir taraftan da çiçeklerle oynayıp parmak uçlarına bakarak gülümsemesini gördükten sonrasında yalnızca tek bir netice olacağını biliyordum. Çünkü burnu bir kalem şeklinde keskindi..." Hipokrat yüzünden başka başka bir takım prognoztik işaretler de Hipokrat'ın adıyla beraber anılır. Bunlardan biride birisi olan Hipokrat Sussesyon, göğüste irin olduğunda su sıçrama sesi duyulmasıdır. "Corpus Hippocraiicum"un en mühim başarılarından birisi de doğrularını Yunanlıların olay raporları ve afrodizmaları ile işlemesidir. Tüberküloz, sıtma, tifo, kabakulak ve başka hastalıklar için yapmış olduğu tanımlamalar klasıktir. Hipokrat, bu olay raporlarını, Thasos Adası'ndaki üç senelik uygulamalarından derleyerek "Epidemikler üstüne" adlı eserin ilk yedi cildinde toplamıştır.
Bu kitabında kabakulağın açık klinik görünümünü anlatır: "Bazılarında büyük bölümü süre zararsız yüksek ateş ve burun kanaması gözlemlendi. Kimse ölmedi. Ama bir sürü kişinin kulak çevresinde şişlikler meydana geldi. Bu şişlikler kimi zaman tek bir kulağın çevresinde, ama genellikle her iki taraftaydı. Hastaların çoğunun ateşi normaldi. Birkaçında çok az ateş vardı. Tüm şişlikler kayboldu ve başka hastalıklarda oluşan şişliklerde gördüğümüz iltihaplanma bu vakalarda görülmedi. Şişlikler yumuşak, büyük, yaygın ve iltihapsızdı, ıstırap vermiyorlardı. Her vakada hiçbir mesele yaratmadan kayboldular. Çocuklar, gençler, bununla birlikte orta yaşlılar, bilhassa de jimnastik yapanlar şikayetçiydi. Ama çok az sayıda hanım bu hastalıktan etkilendi. Çoğunda kuru bir öksürüğe ve ses kısılmasına yol açtı. Bir takım vakalarda ilk başlarda, bazılarında da hastalığın daha sonraki safhalarında testislerin bir tarafında ya da her iki tarafında ağrısız şişlikler oluştu."
Hipokrat'ın günlük deneyimleri "Aforizmalar" adlı ünlü kitabında, 406 deyiş halinde toplanmıştır. Pek çok eski deyişin öncelikle bu hekimin dudaklarından döküldüğünü bilmek ilginçtir. Kitaptaki ilk deyiş oldukça ünlüdür: "Yaşam çok kısa, sanatı öğrenmek çok uzun sürer, fırsatlar hızlı kaçar, tecrübe yanıltıcıdır ve karar vermek güçtür." Çok eski bir kökene dayandığı fikredilen ve yüzyıllar sonrasında dahi ıstırap çekmeyle ilgili duyguları dile gel iren sonuncu deyiş ise şöyledir: "ilacın tedavi edemediği hastalıkları bıçak, bıçağın tedavi edemediklerini ateş tedavi eder. Ama ateşin tedavi edemediğini hiçbir şey tedavi edemez." "Aforizmalar" 6. yüzyıldan ilkin Latince'ye çeviri edildi. 13. yüzyıl ortalarına doğru, büyük bir bölümü Salerno Tıp Okulu'nun popüler şiirleri ile birleşerek Garp Avrupa'da hepimiz tarafınca söylenir oldu. Hipokrat, "Aforizmalar" adlı eserinde ameliyat için gerekenleri anlaşılır bir ifadeyle şöyleki anlatır: "Ameliyathanede hasta, asistanlar, operatör, cerrahi aletler ve ışık olmalıdır. Operatör söz mevzusu ameliyat için ışıklı bir ortamda ve uygun bir pozisyonda ayakta durmalı ya da oturmalıdır. Tabii ya da suni, direkt ya da dolaylı ışıktan faydalanabilir."
Cerrahlar türlü büyüklüklerde bisturi ve bıçak, kurşun ya da bronzdan düz ya da eğik sondaks ve kafatası ameliyatlarında trepan, hemoroidlerde koter, kanama ve fistüllerde vajinal spekulum, diş çekimlerinde ise şırınga ve pens kullanırlardı. Hipokrat okulunun cerrahi üstüne yazılarının en garip kısmında kırık ve çıkıklar ele alınır. Bu bölümde kırık kol ve bacakların bandajlanması ve kırık kemikleri tutma pozisyonları özenle anlatılmıştır. Femurun yerine oturtulması için hasta denetim askısı olan Hipokrat nisasına yatırılırdı: "Bu iş özetlemek gerekirse balmumundan biçim yaratmaya benzer. Bölgeleri değişmiş, ya ela düzgüsel olmayan bir biçimde kaynamış kemikler elle ayarlanarak doğru yerlerine konur. Ama bu işlemler gerçekleştirilirken nazik olmalı, sert hareketlerden kaçınılmalıdır."
Hipokrat vücudun kendi kendini iyileştirebileceğine inanırdı. Tabiatın şifa verici gücüyle ilgili fikirleri çalışmalarının çoğunda yer alır. "Tabiat doktordur" ve "Tabiat kendi yönünü atama eder." ("Epidemikler üstüne" adlı kitabında geçer). "Tabiat doktorsuz hareket eder" ("Rejim üstüne"de yer alır). Hipokrat'ın rasyonel tıp uygulamalarının büyüklüğü, bu inancın yanı sıra gözlemleme ve deneyime teşvik edilmesine verilen öneme, batıl inançlardan ve büyüden kaçınmasından lanır.
Ama Hipokratın ölümünden derhal sonrasında Kos Okulu gerilemeye başladı. Hipokrat'ın öğrencileri onun seviyesinde değildi. Hipokratın prensiplerine öylesine saygı duyuluyordu ki bunlara yeni eklemeler yapılmadı. Doktrinler, dogmalar şeklinde kemikleşmişti.
Hipokrat sonrası Tıp
Hipokrat öldüğü sırada Aristoteles Atina'da Platon'un öğrencisiydi. Kendi ismini taşıyan bir kent kuran İskender'in, başka adıyla Makedonyalı Philip'in oğlunun öğretmenliğini de yapmıştır. İskenderiye şehri eski zamanların en ünlü kütüphanesine haiz olarak Yunan kültürünün yeni merkezi haline gelmiştir. İskenderiye tıp okulunda, bilhassa Herophilus zamanında anatomi ve fizyoloji şeklinde dikkatsizlik edilmiş alanlarda büyük gelişmeler yaşandı. Herophilus ve oniki parmak uzunluğunda anlamını taşıyan "duodenum" (oniki parmak bağırsağı) ile prostat kelimelerini tesadüfen bulan kişidir. İskenderiye Tıp Okulu'nda anatomi ve fizyoloji mevzusunda bir sürü başarı göstermiş emekler yapılmış, fakat asla diploma verilmemiştir. Bunun sonucunda da bir sürü şarlatan okulun ününü kötüye kullanmıştır.
Değişik dallarda uzmanlaşmış bir sürü başarı göstermiş Yunanlı tabip, çalışmalarını Roma'da sürdürmek suretiyle yola çıktılar. Ayrıca Roma'da geçmişin sadeliğine duyduğu hayranlığı saklayamayan Sansürcü Cato (M.Ö. 234-149) Yunanistan'dan alman kısır yaşam tarzına karşı olması sebebiyle Senato'ya kafa kaldırmaktaydı. Cato, Yunanlı doktorlardan nefret ederdi. Aslen tıp ansiklopedisi yazarı Pliny'e bakılırsa Cato, Yunanlı doktorları Romalıların sağlığı için tehdit oluşturmakla suçlardı. Oğlu Mark'a yazdığı bir mektupta Yunanlıları hilekar bir millet olarak niteleyerek oğlunu Yunanlılara karşı korumaya çalışmıştı. "Yunanlılar bizlere bildiklerini aktarırlarsa ve bilhassa de Yunan lı doktorlar buraya gelirse, bu Roma'nın sonu demek olur. Çünkü onlar bar barlara karşı tıp üstüne ölüm yemini ettiler. Ve onlara bakılırsa Romalılar bar bardır. Doktorlara dikkat edin!" Romalılardan ilkin yaşamış olan Etrüskler hakkında çok az şey bilinmesine rağmen, onların da küçük oranda tıp bilgisine haiz oldukları kesindir. Theophrastus "Bitkiler Zamanı" adlı eserinde şöyleki der: "Aeschylus, mersiyelerinde, Etrurya'nın türlü hastalıklar için reçeteler hazırlanabilmesi açısından çok varlıklı bir yer bulunduğunu ve Etrüsk ırkının ilaç yaptığını söyler." Etrüsk rahipleri, tıp uygulamasını önemsiz gören Romalılara doktorluk hizmeti vermişlerdir. Mabet harabelerinde gerçekte insan vücudundaki organları simgeleyen, Aeseulapia tapınaklarından çıkartılanlara çok benzeyen tabletler bulunmuştur. Bununla birlikte Etrüsk dişçilerinin becerikliliklerinin bir göstergesi olan diş kronları ve altın kaplamalar da bulunmuştur. Etrüskler, hayvanların sakatatlarından, bilhassa de karaciğerlerinden kehanet sanatını geliştirmişlerdir. Haruspex (bilici) kelimesi, karaciğer anlamına gelen "har" kelimesinden gelmektedir. Romalılar türlü suların terapik özelliklerini ve halk sağlığı amacıyla binalar oluşturmayı Etrüsklerden öğrenmişlerdir. Cioaca Maxima (Büyük Kanal) İ.Ö. 6. yüzyılda Tarquinius Priscus'un kontrolünde tamamlanmıştır. Bu kanal bataklıklardan durgun suları çekerek Ti her nehrine boşaltırdı.
Asclepiades
En eski devirlerde Roma'da tıbbın sihre ve doğaüstü güçlere dayandığı, sağlıktan türlü tanrıların görevli olduğu kesindir. Romalılar ilk başlarda tıbbı aşağı görürlerdi. Daha sonraları Yunanistan'da tıbbın saygı duyulan bir meslek bulunduğunu ve tanınmış bir okulda iyi bir eğitim gerektirdiğini öğrendikten sonrasında fikirlerini değiştirdiler. Böylelikle Roma'da uzman doktorların sayısı giderek arttı. İskenderiye'de tahsil görmüş olan Bursalı Asclepiades Roma'da basan kazanan ilk Yunanlı doktordu. Asclepiades, zenginlikten şımarmış, Cato'nun öğretmiş olduğu sadeliği unutmuş, açgözlü Romalıları neyin cezbedeceğini biliyordu. Romalılara zehir şeklinde tadı olan ilaçlar yazmak faydasız olacaktı. Bunun yerine onlara rejim, egzersiz, yürüyüş, banyo ve masaj reçeteleri yazdı.
Tıp ansiklopedisi yazan Celsus'a bakılırsa Asclepiades Hipokrat dışındaki doktorlardan ileriydi. Ama Galen onun Hipokrat'm salgılar teorisini reddetmesinden hoşlanmazdı. Asclepiades'in patolojisi atomlardan oluşan gövde terimine dayanıyordu. Atomlar, duyularla algılanamayan, vücuttaki gözenek ve kanallarda hareket eden elementler cisimlerdi. Asclepiades'e bakılırsa, sıvı maddeler herhangi bir engelle karşılaşmadan vücuttaki boşluklarda akabiliyorlarsa vücut sıhhatli kalıyordu. Ama atomların yarattığı engellerle sıvının dolaşımı engellenirse hastalıklar meydana geliyordu. Bu engeller, atomların kitlesinden, sayısından ya da anormal şekilde hareket etmelerinden lanabilirdi. Bu açıklamaya, Asclepiades'in öğrencilerinden olan Laodicea'lı Themison hastalıklara, atom hücrelerinin kalite ve hareketlerinden başka, atomların içinde hareket ettikleri gözeneklerin aşın derecede tıkanmasının ya da gevşemesinin de yol açabileceğini ilave etmiştir. Böylece hastalıkların ortaya çıkışı iki nedene bağlanmıştır: Gerginlikten ve gevşeklikten doğanlar. Metodist okul, Asclepiades'in tanımlamalarından yola çıkarak, gözenekler tıkandığında terlemeyi sağlaması amacıyla banyo yapılmasını, gözenekler genişlediğinde ise sıkıştırıcı ve tonikler kullanılmasını salık vermiştir. Metodistler karma türden hastalıkların da olabileceğini, bu durumda baskın olan patojenik etkenin tedavisini önermişlerdir. Asclepiades, Hipokrat ve okulunun tabiatın gücüne olan inancını paylaşmamıştır ama doktorların, "ëcito, tute et iucunde" hızlı, güvenli ve hoş bir biçimde davranmaları gerektiğine inanmıştır. Tıbba yapmış olduğu somut katkılardan biri de akut ve kronik hastalıkları birbirlerinden ayırması, bir takım hastalıkların periodisite gösterdiğini kısaca ataklarla seyrettiğini fark etmesidir. Asclepiades kati bir anlatımla sıtma nöbetlerini tanımlamış, ilk kez, muhtemelen difteri vakasında trakeotomi uygulamış, zihinsel bozukluk gösterenleri ilkin yaşadıkları karanlık yerlerden iyi aydınlatılmış bölgelere gönderip, tedavi egzersizleri uygulatarak ilk kez insani tedavi yöntemlerine başvurmuş kişidir.
Kaynak: idrak etmek.com
Eski Yunanistan
Truva kuşatmasında cerrahlar
Eski Ege Uygarlığı M.Ö. 3000 yıllarında, Yunan adalarının Akdeniz'in şark kıyılarında yaşayan ırklar tarafınca fethedilmesiyle başladı. Bu zamanda Helenistik öncesi kültür, bir sürü oryantalist etkiyle kaynaşmanın yanı sıra Asya'dan ayrılma süreciyle de farklılıklara uğradı.
Helenistik tıp, felsefenin ışığında gelişti. Katı eleştinlerle disiplin altına alındı. İyileştirme eylemi sanat olmasıyla birlikte ilim olarak da düşünüldü. Helenistik dönemde tıp, yalnızca rahipler tarafınca değildir, sorgulamayı büyüye yeğleyen insanoğlu tarafınca da uygulanmaya başladı. Bu zamanda tabip fazlasıyla saygı duyulan bir kişiydi. Yunan tıbbı ile ilgili en mühim bilgi membaı Homeros'tur. Homeros şöyleki yazmaktadır: "Tabip, pekçok yaşama kıymet bir varlıktır. Yaralardan okları çıkarmada ve açılan bu yaralan bitkisel merhemlerle iyileştirmede eşi yoktur."
İlyada adlı kitabında Homeros, ok ve ciritlerin çıkarılmasından, bandajlamadan, kompreslerden, kanamayı durdurmadan, yaraları balmumuyla iyileştirme sistemlerinden-,metotlarından, bitkisel özlerle meydana getirilen ilaçlar ve yaralıyı hayata döndürmede yararlanılan şarap ve başka sıvılardan söz eder. Şüphesiz, Homeros'un sunmuş olduğu tıbbi bilgiler, Girit ve Ege'de Helenistik dönem öncesi uygarlıklarda uygulanan uygar sistemleri,metotları yansıtıyor.
İlk uygarlıkların çoğunda olduğu şeklinde Yunanlılar da kanın önemini anlamışlar fakat gerçek fonksiyonunu saptayamamışlardır. Ama türlü şikayetleri gidermek için kan akıtma yöntemini kullanmışlardır, O zamandan şu zamana yüzyıllardır damarları kesme ya da şişe çekme sistemleri,metotları kullanılmaya devam edilmiştir.
Aesculapius'un tapınakları
İlyada'da, tanrılara sık sık meydana getirilen göndermelere ve ölüm dualarına rağmen, Homeros'un devrinde tıbbın büyüye dayanmadığı, uzmanlar tarafınca uygulanan, karşılığında para kazanılan bağımsız bir disiplin olduğu açıktır. Ama süre içinde Yunan kültürü üstündeki şark tesiri gittikçe daha belirgin hale geldi. Netice olarak tıp da ruhanileşti. Homeros'dan sonraki edebi eserler incelendiğinde, büyü, fena ruhlar, kahinler ve kehanetle ilgili mevzulara göndermelerle yüklü oldukları görülür.
Bu zamanda Yunan tanrılarının büyük bölümü şifa verici özellikleriyle anılmaya başlandı. Apollo, Artemis, Athena ve Afrodit'in yanı sıra yer altı tanrıları da hastalıkları tedavi edebilmekte ya da önleyebilmekteydiler. Aesculapius mezhebi de bu tanrılardan herhangi birine tapınmayla gelişmiş olabilir. Çünkü sembolü olan yılan yer allı güçlerinin eski bir simgesidir. Bununla birlikte yılan, Anadolu'daki Sami kabileleri içinde şifa tanrısının mukaddes işareti olarak kabul edilirdi.
Ortalama M.Ö. 770 yıllarında, tıp tanrısına adanan ilk Aesculapius tapmakları inşa edildi. Mabet yapımı hızla gidişti. Devrin yazarları tapınakların ver almış olduğu 300'ün üstünde alandan sözederler. Bu tapınaklar, çoğu zaman ormanlara, su larına, madensel özelliklere ve mükemmel manzaralara haiz olan güzel topraklar üstüne yapılmıştı. Bu tapınakların en ünlüleri Epidarius, Knidos, Kos, Atina, Bergama ve Cyrene'dedir. M.Ö. 5. yüzyılda insanoğlu tarafınca hain ziyaret edilmekteydiler. Başka Eski uygarlıklardan değişik olarak Yunanlılar içinde din şiirsel bir mitolojiydi. Doğayı eleştirme ve keşfetme özgürlüğüne hiç bir zaman karışmazdı. Rahipleri hususi bir sınıfa mensup değillerdi. Kazanç için çalışırlardı. Rahip olmayan doktorların tedavisi işe yaramayınca insanoğlu yardım için Aesulapius tapmaklarından medet umarlardı.
Tapınaklarda tedavi dinseldi. Banyo ve oruç esaslarına dayanırdı. Hastalar temizlendikten sonrasında ve sunağa yaklaşmaya hazır olduklarında tövbe öreni düzenlenirdi. Hastalar en iç mıntıkaya abatona alınırlardı. Burada battaniyelere sarılı olarak koyun postları üstüne uzanır, oruç tutmaktan ve uyku ilaçlarından bitkin düşmüş olarak uyurlardı. Bundan sonrasında tedavinin aslolan kısmı başlardı. Hastalar uyur uyumaz rahipler peşlerinde uyuyan hastaların yaralarını emen mukaddes yılanlarla yataklar içinde dolaşırdı. yandıklarında her hastanın rüyasında ne gördüğünü anlatması gerekirdi, undan sonrasında bir rahip rüyayı yorumlar ve uygun tedaviyi anlatırdı. İyileşir kimi süre gerçekleşir kimi süre gerçekleşmezdi. Bu durumda rahipler, hastanın ya kendisine söylenenleri tam olarak yerine getirmediğini ya da tedaviye inancı olmadığım söylerlerdi.
Hasta tapınaktan ayrılmadan ilkin paranın yanı sıra kendi ismini taşıyan, hastalık ve tedavinin kayıtlı olduğu, adak durumunda bir tablet verildi. Tabletler tapınağın duvarlarına asılırdı. Böylelikle tapmağa yeni gelecek kişilerin itimat duymaları sağlanırdı. Meme kanseri de dahil olmak suretiyle türlü hastalıkların tariflerini ve tedavilerini içermeleri bakımından bu tabletler nümüzde de ilgi çekmektedirler.
Tertipli Tıp
Yunanlıların, hastaların sağlıklarına kavuşmaları mevzusundaki ümit ve endişeleri hususuna ehemmiyet vermeye başlamaları Aesculapius mezhebi ile adım atmıştır. Şeytan çıkarma işleminden arındırılmış bir psikoterapi yönteminin tapınaklarda başladığı söylenebilir. Vakit ilerledikçe, rahipler dinsel tedavi sistemlerinden-,metotlarından gittikçe uzaklaşmaya başladılar. Esasen rahip olmayanların uyguladıkları tedavi sistemleri,metotları en eski devirlerden bu zamana kadar mabet sistemiyle birlikte uygulanıyordu. M.Ö. 6. yüzyıldan itibaren tıp ustalaşmış bir kimlik kazanmıştır. Yeni eğitim görmüş öğrenciler, okullarının saygınlığı gözönüne alınarak kendilerine verilen çabalama ehliyetini alabilmek için konseye başvururlardı. Pratisyenler para karşılığında hasta kabul edebilir ve bir muayenehane açabilirlerdi.
Greko-İtalik Okul ve Bilimsel Tıbbın Doğuşu
Yunanlılar sorgulayıcı bir fikir sistemi geliştirmişlerdi. Yaşamla ilgili sorulara yeni yaklaşımlar getirdiler. Sorguladıkları konuların başlangıcında insan ve tabiat gelirdi. Bu yüzdendir ki ilk filozoflar bununla beraber biyolog ve tabiat bilimciydiler. Yunanlılar felsefeyi, insanı ve dünyayı anlama girişimi olarak görürlerdi. Maksatları iyi bir yaşam şekli saptamak ve sonrasında da her insanın böylece yaşamasını sağlamaktı.
Greko - İtalik okul, Pisagor (Pythagoras) (M.Ö. 580-489) tarafınca kurulmuş olan, bilimsel tıbbın temelini oluşturan büyük bir felsefe okuluydu. Aynı yıllarda cenup İtalya'da bulunan Croton nahiyesinde da gelişmekte olan bir tıp okuluna sahipti. Pisagor'un okulunun buradaki okulla bağlantısı vardı. Pisagor, Croton okulunda bazı düzenlemeler yapmıştı. Yeni tanışanlar için katı kurallar koymuştu. Böylece okulun ayakta kalmasını sağlayarak bir sürü araştırma yapmıştı. Okulun öğrencileri çok gizli saklı bir topluluk şeklinde davranırlardı. Uzmanlar liderlerine bağlı kalacaklarına, deneyimi olmayanlara hususi bilgilerini ifşa etmeyeceklerine yemin ederlerdi. Pisagor'dan ilkin hastalık terimi doğaüstü bir örtüyle perdelenmîşti. Pisagor'un öğretileri yardımıyla bu kavram bilimin ışığı altında aydınlığa kavuştu. Evreni yöneten uyum ve oran ilkesi makrokozmos, insan organizmasındaki mikrokozmosa yansıdı.
Croton okulunda Pisagor'dan daha genç ve tıbba gerçek ilim niteliğini kazandıran en ünlü tabip Alcmaeon'du. Alcmaeon, göze ait sinirleri ve kulaktaki östaki borusunu keşfeden, beynin, akıl ve duyuların merkezî bulunduğunu saptayan ilk kişiydi. Görme duyusunu etkileyen üç ana etkeni, gözdeki dışsal ışık, içsel ateş ve sıvıyı keşfetmişti. Bu anatomi ve fizyoloji uzmanı, dolaşım üstünde de birisi akım gözlemlerde bulunarak toplardamarları atardamarlardan ayırdı. Beyindeki hasarların yaratığı işlev bozukluklarını araştırdı, uyku ve ölüm üstüne uzun süre kabul görecek açıklamalar getirdi. Nobcl Ödülü kazanan İtalyan Camillo Golgi, 1910'larda yapmış olduğu bir açıklamayla Alcmacon'un teorisinin bugün de serebral anemi olarak geçerli bulunduğunu belirtti. Alcmaeon tam olarak, uykunun; kan beyinden damarlara çekilmiş olduğu süre gerçekleştiğini, bu akış tamamlandığında ve yalnızca tek yönlü hale ulaştığında ise ölümün gerçekleştiğini savunmuştu.
"Tabiat üzerine" adlı kitabın içinde ne olduğu Alcmaeon'un öğretilerinin bir özelidir. Alcmaeon, Yunanlılara hastalıkların tabiatı ile ilgili makul bir izah etme getirmiş ve bu hastalıkları tabiat üstü güçlere başvurmadan önleme ve iyileştirme yolları önermiştir. Bu bakımdan da tıp tarihinde oldukça ehemmiyet taşır. Alcmaeon'a bakılırsa sıhhat ve sıhhat bozuklukları, sıcak ve soğuk, ıslak ve kuru, tatlı ve ekşi şeklinde temel karşıtlıklara dayanmaktaydı. Hastalığın sebebi bu dengelerdeki bozukluklardı. Hastalığı yenme arzusu ilk kez Alcmeon, uyumsuzluğun potansiyel larını adlandırmasıyla somut bir biçim aldı. Bu lar; ferdin yapısı, yanlış beslenme, düzensiz ya da yetersiz rejim, iklim, yükseklik şeklinde dış etkenlerdi. Günümüzde bu sıralama yetersiz görülebilir, fakat o zamanlar insanoğlu hastalığı yenmek için yapılacak bir savaşı kazanmak için yalnızca bulgu daha yapmanın kafi olacağım düşünmüş olabilir.
Greko-İtalik okuldan Agrigentumlu Empedocles (M.Ö. 500-430) de, evreni yöneten kanunlara tanrısal bir açıdan yaklaşarak mühim bir katkıda bulunmuştur. Dünyayı oluşturan dört elemeni, olduğuna, bu elementlerin oluşmuş, değiştirilemez olduklarına ve herşeyin kökeninin, toprak, hava, ateş ve su olduğuna inanırdı. Ona bakılırsa kalp dolaşım sisteminin merkeziydi. Kan sürekli olarak kalbe doğru ve kalpten bedenin başka noktalarına doğru akardı. Ruh, başka adıyla yaşamın soluğu ise tüm vücuda kan damarları ile dağıtılırdı. Empedocles bununla birlikte, solumanın akciğerlerle sınırı olan olmadığına, derideki gözeneklerle de gerçekleştiğine inanırdı.
Yunanlıların tıbbi konulardaki pratikliğinin. Sokrat öncesi felsefenin etkilerinden ve bilhassa de Pisagor okulunun öğretilerinden landığı söylenebilir. Tabiatın direkt gözlemlenmesi, füme varıma dayalı bir mantık, yaşamın sebebi ve anlamı mevzusundaki araştırmalara verilen ehemmiyet tıp bilimindeki gelişmeyi de bununla beraber getirmişti. Pisagor okulu yüzyıllar süresince patoloji faaliyetinde kabul görecek olan dört element ve bunlara karşılık gelen salgılar doktrinini geliştirdi. Bununla birlikte hastalıkların belli başlı bir organ ya da vücudun belirgin bir bölümüyle sınırı olan olmadan, genel şartlardan oluşabileceğinin kabul edilmesi de önemlidir. Belli başlı aralıklarla tekrarlayan hastalıkların vurgulanması, kriz ve eleştiri günler doktrinin oluşmasına niçin olmuştur. Bu öğreti, eski Babil astrolojisindeki kavramları yansıtmaktadır.
Ayrıca cenup İtalya ve Sicilya'da Greko - İtalik okul gelişirken, Şimal Afrika'da Cyrene'de, Datça Yarımadası'nda Knidos'ta, Rodos ve KON adalarında da başka tıp okulları açılmaya adım atmıştır. Buralarda öğretim, tanı ve muayeneye dayanmaktadır. Doktorlar hastalığın teşhisine gösterdikleri ilgiyi hastalığın sebeplerine göstermemişlerdir.
"İyileştirci Apollo, Aesculapius, sıhhat ve tüm iyileştirici güçler üstüne vallahi billahi ki yetkimi, tüm yeteneklerimi ve mantığımı kullanarak hastalara yardım etmek için kullanacağım."
Hipokrat yemininden.
Hipokrat, Tıbbın babası
Ege Denizi'ndeki Kos Adası'ndaki büyük çınar ağacı hala ayaktadır. M.Ö. 5. vüzyıl sonlarında, gençlerin tıp sanatıyla resmi tanışmalarını bu ağacın altında yaptıkları söylenir. Ağacın etrafına toplanan gençler, yaşıtları ve yaşlıların içinde, yüzyıllardır mesleki davranışlara yüksek bir standart getirmiş olmakla ün yapmış, şu anda Hipokrat yemini olarak malum yemini ederlerdi. M.Ö. 5. yüzyılda bu yemin, Hipokrat önderliğindeki Kos okulunun ruhunu simgelemiştir.
Yeminin aslı, Hipokrat ya da öğrencilerinin ahlaki çalışmalarında yankılanır. "Sanat üzerine" adlı kitabında Hipokrat, tıp sanatı ile ilgili olarak şöyleki demiştir: "Ilkin kapsamının ne olması icap ettiğini söylemeliyim; acıları yok etmek ya da en azından hafifletmek. Buna inanmayanlar dahi bunun varlığı ve gücünün kanıtı ile iyileşebilir."
"Doktorlar üzerine" adlı çalışmasında ise Hipokrat şöyleki der: "İnsanların kendi bedenlerine bakmayı bilmeyenlerin başkalarına bakamayacaklarını düşünmeleri sebebiyle, doktorlar için iyi bir görünüme haiz olmak ve iyi beslenmek önemlidir. Doktorlar, iyi mi konuşmaları ve ne süre susmaları icap ettiğini, tertipli bir yaşam yaşamaları icap ettiğini bilmelidirler. Çünkü bu özelikler doktorun ününü artırır. Dürüst olmalıdırlar. Bundan dolayı tüm insanlara karşı dürüst, kibar ve anlayışlı olmalıdırlar. Değerlendirmeden ve birdenbire hareket etmemelidirler. Soğukkanlı, sakin görünmeli ve hiç bir zaman öfkeli olmamalıdırlar. Ama bununla beraber çok neşeli olmaları da lehlerine değildir."
Etik emekler ve Hipokrat yemini, "Corpus Hippocraticum'un bir kısmını oluşturur. "Corpus Hippocraticum", İskenderiye'deki kütüphane için, türlü okulların M.Ö. 3. yüzyılda bir araya getirilmiş olan tıbbi tezlerinden oluşmaktadır.
Bu ünlü kitapta yer edinen çalışmaların yalnız birkaçının Hipokrat'a ait olması mühim değildir. Çünkü burada aslolan mühim olan insan ve onun hakim olduğu sistemdir. Tezler arasındaki tüm zıtlıklara karşın hepsi doğacı bir yaklaşımda birleşirler. Kuramsal olmaktan çok pratiğe ehemmiyet verirler.
M.Ö. ortalama 1. ve 2. yüzyıllar içinde Hipokrat'ın biyografisini ilk olarak kaleme almış olan Efesli Soranus'a bakılırsa, Hipokrat, M.Ö. 460-450 yılları içinde Kos'ta doğmuştur. Bir doktorun erkek evladıdır. Tıbbı babasından öğrenmiş ve çok gezmiştir. Thessaly, Trakya ve Propontis'i ziyaret etmiş olduğu bilinmektedir. Hatta Libya ve Mısır'a gitmiş olması ihtimali vardır. Uzun seneler süresince Kos Okulu'nda öğretmenlik yapmıştır. ünü ve saygınlığı öylesine büyüktür ki, öldüğünde, arıların mezarının üstündeki çiçeklerden yaptıkları balın muhteşem iyileştirici özeliğe haiz olduğuna inanılmıştır.
Hipokrat, bu büyük ünü üstün kabiliyetleriyle kazanmıştır. İnsanın ıstırap çekmesi mevzusunda derin bir anlayış geliştirmiş, doktorun yerinin hasta yatağının başı bulunduğunu söyleyerek, doktoru hastanın hizmetine sunmuştur. Acının büyüye başvurulmadan, hijyen ve kanıtlanmış tedavi yöntemleriyle iyi mi hafifletilebileceğini göstermiştir. Tıbbı kendi süreci için yeni ve tarihsel bakımdan belirleyici bir yöne oturtmuş, klinik gözlemlere dayanarak geliştirdiği tedavi yöntemleriyle tanrıları bir yana bırakmıştır.
Tedaviye belli başlı bir yön getirmenin yanı sıra Hipokrat, çağının tüm tıbbi bilgilerini hastalık kavramıyla ilişkilendirmiştir. Bu hastalık terimi, görüleceği şeklinde, dönemin imtihanından geçmiş ve çağımızın başlangıcına kadar geçerliğini korumuştur.
Son olarak Hipokrat, bugün de geçerli olan, gözleme ve mantığa dayalı, tanısal bir araştırma yöntemi geliştirmiştir.
Hipokrat öğretisinin zayıf yanı, çağıl tıbbın temeli olan anatomi ve fizyolojide yetersiz kalmasıdır. Yunanlılar ölülerine gösterdikleri saygı sebebiyle insan bedeninin teşrihini yasaklamışlardı. Bu yüzden devrin anatomi bilgisi hayvanlardan edinilmekteydi. Temelde klinik ve ergonomik olan Hipokrat tıbbi incelemelerine merkez olarak tamamen hastayı almış ve sıhhatli insanı gözardı etmiştir. Ortaya çıkartılan gerçekler bu nedenle temel bir bilgi dağarcığının oluşmasına yetmemiştir.
Hipokrat'ın yolundan gidenler, vücudun toprak, hava, ateş ve sudan oluşan dört elementin birleşmesinden ve bunların nitelikleri olan sıcak ve soğuk, ıslak ve kuru kavramlarından meydana geldiğine inanırlardı. İçsel ısı, yaşamın temel şartıydı ve bu ısı sona erdiğinde ölüm gerçekleşirdi. Bu ısının durağan bir düzeyde korunması için ruhun vücudun her yerine yayılması ve kanla damarlarda dolaşması gerekirdi.
Salgı uyumuna dayanan hastalık terimi bugün gerçeklerden oldukça uzak görünüyorsa da, 19. yüzyılın birinci yarısında hala geçerliliğini korumaktaydı. Bu kavramlar, ateş, iltihaplanma, çıban, iltihap ve ishal (diarrhoea) şeklinde dış hastalık emarelerinden yola çıkılarak meydana gelen tedaviyi etkilemezdi. Bu tür durumlar, tüm organik salgılar şeklinde uygun ve cazip bir boşaltım yolu olarak görülürdü. Hümörler arasındaki denge bozulduğunda tabiatın gayesi şartları normale döndürmeye çalışırdı.
Patoloji (hastalık bilimi), çağıl nazar açısından, daha da ilgi çekicidir. Hipokrat'a ait olduğu kati olan "Hava, Su ve Bölgeler üstüne" adlı kitabın konusunu oluşturur. Yaratı, insanoğlunun fizyolojik görünümünü, türlü ırk türlerinin etnik özelliklerini etkileyen dış etkenler mevzusunda gerçek mealde yapılmış ilk sorgulamadır.
Kitabın mühim pasajlarından birinde Hipokrat şöyleki der: "Tıbbı doğru olarak idrak etmek isteyen hepimiz burada yazılanları öğrenmek zorundadır. Ilk olarak yıl içindeki tüm mevsimlerin etkilerini ve bu mevsimler arasındaki farkları göz önüne almalıdır. Hem tüm ülkeler için geçerli olan, hem de tek bir bölgeyi etkileyen rüzgarları, soğuk ya da sıcağı fark etmelidir. Son olarak değişik unlardaki suların değişik niteliklerini, vücut üstündeki etkilerini bilmelidir. Aynı şekilde insanların iyi mi yaşadıklarını, nelerden hoşlandıklarını, ne yediklerini, ne içtiklerini, fizyolojik egzersiz yapmış olup yapmadıklarını, işi olmayan ve şişman olup olmadıklarını gözlemlemelidir. Bölgesel şikayetleri anlamaları ve uygun reçeteler yazabilmeleri için doktorların bunların hepsini bilmeleri gerekir."
Hipokrat anlayışını benimsemiş pratisyenler vizitlerini öğleden ilkin yaparlardı. Çünkü sabahlan, hem hasta hem de doktorun kafası daha zindedir. Hastanın geceyi iyi mi geçirdiğini ve bağırsak fonksiyonlarını sorguladıktan sonrasında hastanın vücudunu, nefes alıp vermesini, terini ve idrarını incelerdi. Ateş hastanın göğsüne el dayanarak ölçülür, perküsyon ile karaciğerin sertlik ve büyüklüğü anlaşılır, dalak ve akciğerlerin şartları hakkında bilgi elde edinilirdi. Bu aşamalardan sonrasında tabip, ustasının çok kıymetli öğütlerini aklında tutarak daha kapsamlı bir muayeneye başlardı. Hipokrat'ın tanımlamaları kesindi. Mesela, zatülcenp krizini şöyleki tanımlamıştır: "Akciğer kaburgalara kıymet ve hasta öksürürse toraksta ıstırap hissedilir ve derinin deriye sürtmesiyle oluşan sese benzer bir ses duyulur."
Prognoz da oldukça önemliydi. Hastadaki her değişiklik özenle kaydedilirdi. Günümüzde de hala aynı şekilde kullanılan Hipokrat Yüzü disiplinli bir alarmdı: "Sivri bir burun, çökmüş gözler, oyuk şakaklar, soğuk ve lobları dışarı dönmüş kulaklar, yapışkan ter, sarımsı beniz..." Bu görünüm, Shakespeare'in de tanımladığı şeklinde yaklaşan ölümün habercisiydi; Falstaff öldüğünde, Mistress Pistol bu durumu şu sözleriyle anlatır: "Çarşafta kıvranırken bir taraftan da çiçeklerle oynayıp parmak uçlarına bakarak gülümsemesini gördükten sonrasında yalnızca tek bir netice olacağını biliyordum. Çünkü burnu bir kalem şeklinde keskindi..." Hipokrat yüzünden başka başka bir takım prognoztik işaretler de Hipokrat'ın adıyla beraber anılır. Bunlardan biride birisi olan Hipokrat Sussesyon, göğüste irin olduğunda su sıçrama sesi duyulmasıdır. "Corpus Hippocraiicum"un en mühim başarılarından birisi de doğrularını Yunanlıların olay raporları ve afrodizmaları ile işlemesidir. Tüberküloz, sıtma, tifo, kabakulak ve başka hastalıklar için yapmış olduğu tanımlamalar klasıktir. Hipokrat, bu olay raporlarını, Thasos Adası'ndaki üç senelik uygulamalarından derleyerek "Epidemikler üstüne" adlı eserin ilk yedi cildinde toplamıştır.
Bu kitabında kabakulağın açık klinik görünümünü anlatır: "Bazılarında büyük bölümü süre zararsız yüksek ateş ve burun kanaması gözlemlendi. Kimse ölmedi. Ama bir sürü kişinin kulak çevresinde şişlikler meydana geldi. Bu şişlikler kimi zaman tek bir kulağın çevresinde, ama genellikle her iki taraftaydı. Hastaların çoğunun ateşi normaldi. Birkaçında çok az ateş vardı. Tüm şişlikler kayboldu ve başka hastalıklarda oluşan şişliklerde gördüğümüz iltihaplanma bu vakalarda görülmedi. Şişlikler yumuşak, büyük, yaygın ve iltihapsızdı, ıstırap vermiyorlardı. Her vakada hiçbir mesele yaratmadan kayboldular. Çocuklar, gençler, bununla birlikte orta yaşlılar, bilhassa de jimnastik yapanlar şikayetçiydi. Ama çok az sayıda hanım bu hastalıktan etkilendi. Çoğunda kuru bir öksürüğe ve ses kısılmasına yol açtı. Bir takım vakalarda ilk başlarda, bazılarında da hastalığın daha sonraki safhalarında testislerin bir tarafında ya da her iki tarafında ağrısız şişlikler oluştu."
Hipokrat'ın günlük deneyimleri "Aforizmalar" adlı ünlü kitabında, 406 deyiş halinde toplanmıştır. Pek çok eski deyişin öncelikle bu hekimin dudaklarından döküldüğünü bilmek ilginçtir. Kitaptaki ilk deyiş oldukça ünlüdür: "Yaşam çok kısa, sanatı öğrenmek çok uzun sürer, fırsatlar hızlı kaçar, tecrübe yanıltıcıdır ve karar vermek güçtür." Çok eski bir kökene dayandığı fikredilen ve yüzyıllar sonrasında dahi ıstırap çekmeyle ilgili duyguları dile gel iren sonuncu deyiş ise şöyledir: "ilacın tedavi edemediği hastalıkları bıçak, bıçağın tedavi edemediklerini ateş tedavi eder. Ama ateşin tedavi edemediğini hiçbir şey tedavi edemez." "Aforizmalar" 6. yüzyıldan ilkin Latince'ye çeviri edildi. 13. yüzyıl ortalarına doğru, büyük bir bölümü Salerno Tıp Okulu'nun popüler şiirleri ile birleşerek Garp Avrupa'da hepimiz tarafınca söylenir oldu. Hipokrat, "Aforizmalar" adlı eserinde ameliyat için gerekenleri anlaşılır bir ifadeyle şöyleki anlatır: "Ameliyathanede hasta, asistanlar, operatör, cerrahi aletler ve ışık olmalıdır. Operatör söz mevzusu ameliyat için ışıklı bir ortamda ve uygun bir pozisyonda ayakta durmalı ya da oturmalıdır. Tabii ya da suni, direkt ya da dolaylı ışıktan faydalanabilir."
Cerrahlar türlü büyüklüklerde bisturi ve bıçak, kurşun ya da bronzdan düz ya da eğik sondaks ve kafatası ameliyatlarında trepan, hemoroidlerde koter, kanama ve fistüllerde vajinal spekulum, diş çekimlerinde ise şırınga ve pens kullanırlardı. Hipokrat okulunun cerrahi üstüne yazılarının en garip kısmında kırık ve çıkıklar ele alınır. Bu bölümde kırık kol ve bacakların bandajlanması ve kırık kemikleri tutma pozisyonları özenle anlatılmıştır. Femurun yerine oturtulması için hasta denetim askısı olan Hipokrat nisasına yatırılırdı: "Bu iş özetlemek gerekirse balmumundan biçim yaratmaya benzer. Bölgeleri değişmiş, ya ela düzgüsel olmayan bir biçimde kaynamış kemikler elle ayarlanarak doğru yerlerine konur. Ama bu işlemler gerçekleştirilirken nazik olmalı, sert hareketlerden kaçınılmalıdır."
Hipokrat vücudun kendi kendini iyileştirebileceğine inanırdı. Tabiatın şifa verici gücüyle ilgili fikirleri çalışmalarının çoğunda yer alır. "Tabiat doktordur" ve "Tabiat kendi yönünü atama eder." ("Epidemikler üstüne" adlı kitabında geçer). "Tabiat doktorsuz hareket eder" ("Rejim üstüne"de yer alır). Hipokrat'ın rasyonel tıp uygulamalarının büyüklüğü, bu inancın yanı sıra gözlemleme ve deneyime teşvik edilmesine verilen öneme, batıl inançlardan ve büyüden kaçınmasından lanır.
Ama Hipokratın ölümünden derhal sonrasında Kos Okulu gerilemeye başladı. Hipokrat'ın öğrencileri onun seviyesinde değildi. Hipokratın prensiplerine öylesine saygı duyuluyordu ki bunlara yeni eklemeler yapılmadı. Doktrinler, dogmalar şeklinde kemikleşmişti.
Hipokrat sonrası Tıp
Hipokrat öldüğü sırada Aristoteles Atina'da Platon'un öğrencisiydi. Kendi ismini taşıyan bir kent kuran İskender'in, başka adıyla Makedonyalı Philip'in oğlunun öğretmenliğini de yapmıştır. İskenderiye şehri eski zamanların en ünlü kütüphanesine haiz olarak Yunan kültürünün yeni merkezi haline gelmiştir. İskenderiye tıp okulunda, bilhassa Herophilus zamanında anatomi ve fizyoloji şeklinde dikkatsizlik edilmiş alanlarda büyük gelişmeler yaşandı. Herophilus ve oniki parmak uzunluğunda anlamını taşıyan "duodenum" (oniki parmak bağırsağı) ile prostat kelimelerini tesadüfen bulan kişidir. İskenderiye Tıp Okulu'nda anatomi ve fizyoloji mevzusunda bir sürü başarı göstermiş emekler yapılmış, fakat asla diploma verilmemiştir. Bunun sonucunda da bir sürü şarlatan okulun ününü kötüye kullanmıştır.
Değişik dallarda uzmanlaşmış bir sürü başarı göstermiş Yunanlı tabip, çalışmalarını Roma'da sürdürmek suretiyle yola çıktılar. Ayrıca Roma'da geçmişin sadeliğine duyduğu hayranlığı saklayamayan Sansürcü Cato (M.Ö. 234-149) Yunanistan'dan alman kısır yaşam tarzına karşı olması sebebiyle Senato'ya kafa kaldırmaktaydı. Cato, Yunanlı doktorlardan nefret ederdi. Aslen tıp ansiklopedisi yazarı Pliny'e bakılırsa Cato, Yunanlı doktorları Romalıların sağlığı için tehdit oluşturmakla suçlardı. Oğlu Mark'a yazdığı bir mektupta Yunanlıları hilekar bir millet olarak niteleyerek oğlunu Yunanlılara karşı korumaya çalışmıştı. "Yunanlılar bizlere bildiklerini aktarırlarsa ve bilhassa de Yunan lı doktorlar buraya gelirse, bu Roma'nın sonu demek olur. Çünkü onlar bar barlara karşı tıp üstüne ölüm yemini ettiler. Ve onlara bakılırsa Romalılar bar bardır. Doktorlara dikkat edin!" Romalılardan ilkin yaşamış olan Etrüskler hakkında çok az şey bilinmesine rağmen, onların da küçük oranda tıp bilgisine haiz oldukları kesindir. Theophrastus "Bitkiler Zamanı" adlı eserinde şöyleki der: "Aeschylus, mersiyelerinde, Etrurya'nın türlü hastalıklar için reçeteler hazırlanabilmesi açısından çok varlıklı bir yer bulunduğunu ve Etrüsk ırkının ilaç yaptığını söyler." Etrüsk rahipleri, tıp uygulamasını önemsiz gören Romalılara doktorluk hizmeti vermişlerdir. Mabet harabelerinde gerçekte insan vücudundaki organları simgeleyen, Aeseulapia tapınaklarından çıkartılanlara çok benzeyen tabletler bulunmuştur. Bununla birlikte Etrüsk dişçilerinin becerikliliklerinin bir göstergesi olan diş kronları ve altın kaplamalar da bulunmuştur. Etrüskler, hayvanların sakatatlarından, bilhassa de karaciğerlerinden kehanet sanatını geliştirmişlerdir. Haruspex (bilici) kelimesi, karaciğer anlamına gelen "har" kelimesinden gelmektedir. Romalılar türlü suların terapik özelliklerini ve halk sağlığı amacıyla binalar oluşturmayı Etrüsklerden öğrenmişlerdir. Cioaca Maxima (Büyük Kanal) İ.Ö. 6. yüzyılda Tarquinius Priscus'un kontrolünde tamamlanmıştır. Bu kanal bataklıklardan durgun suları çekerek Ti her nehrine boşaltırdı.
Asclepiades
En eski devirlerde Roma'da tıbbın sihre ve doğaüstü güçlere dayandığı, sağlıktan türlü tanrıların görevli olduğu kesindir. Romalılar ilk başlarda tıbbı aşağı görürlerdi. Daha sonraları Yunanistan'da tıbbın saygı duyulan bir meslek bulunduğunu ve tanınmış bir okulda iyi bir eğitim gerektirdiğini öğrendikten sonrasında fikirlerini değiştirdiler. Böylelikle Roma'da uzman doktorların sayısı giderek arttı. İskenderiye'de tahsil görmüş olan Bursalı Asclepiades Roma'da basan kazanan ilk Yunanlı doktordu. Asclepiades, zenginlikten şımarmış, Cato'nun öğretmiş olduğu sadeliği unutmuş, açgözlü Romalıları neyin cezbedeceğini biliyordu. Romalılara zehir şeklinde tadı olan ilaçlar yazmak faydasız olacaktı. Bunun yerine onlara rejim, egzersiz, yürüyüş, banyo ve masaj reçeteleri yazdı.
Tıp ansiklopedisi yazan Celsus'a bakılırsa Asclepiades Hipokrat dışındaki doktorlardan ileriydi. Ama Galen onun Hipokrat'm salgılar teorisini reddetmesinden hoşlanmazdı. Asclepiades'in patolojisi atomlardan oluşan gövde terimine dayanıyordu. Atomlar, duyularla algılanamayan, vücuttaki gözenek ve kanallarda hareket eden elementler cisimlerdi. Asclepiades'e bakılırsa, sıvı maddeler herhangi bir engelle karşılaşmadan vücuttaki boşluklarda akabiliyorlarsa vücut sıhhatli kalıyordu. Ama atomların yarattığı engellerle sıvının dolaşımı engellenirse hastalıklar meydana geliyordu. Bu engeller, atomların kitlesinden, sayısından ya da anormal şekilde hareket etmelerinden lanabilirdi. Bu açıklamaya, Asclepiades'in öğrencilerinden olan Laodicea'lı Themison hastalıklara, atom hücrelerinin kalite ve hareketlerinden başka, atomların içinde hareket ettikleri gözeneklerin aşın derecede tıkanmasının ya da gevşemesinin de yol açabileceğini ilave etmiştir. Böylece hastalıkların ortaya çıkışı iki nedene bağlanmıştır: Gerginlikten ve gevşeklikten doğanlar. Metodist okul, Asclepiades'in tanımlamalarından yola çıkarak, gözenekler tıkandığında terlemeyi sağlaması amacıyla banyo yapılmasını, gözenekler genişlediğinde ise sıkıştırıcı ve tonikler kullanılmasını salık vermiştir. Metodistler karma türden hastalıkların da olabileceğini, bu durumda baskın olan patojenik etkenin tedavisini önermişlerdir. Asclepiades, Hipokrat ve okulunun tabiatın gücüne olan inancını paylaşmamıştır ama doktorların, "ëcito, tute et iucunde" hızlı, güvenli ve hoş bir biçimde davranmaları gerektiğine inanmıştır. Tıbba yapmış olduğu somut katkılardan biri de akut ve kronik hastalıkları birbirlerinden ayırması, bir takım hastalıkların periodisite gösterdiğini kısaca ataklarla seyrettiğini fark etmesidir. Asclepiades kati bir anlatımla sıtma nöbetlerini tanımlamış, ilk kez, muhtemelen difteri vakasında trakeotomi uygulamış, zihinsel bozukluk gösterenleri ilkin yaşadıkları karanlık yerlerden iyi aydınlatılmış bölgelere gönderip, tedavi egzersizleri uygulatarak ilk kez insani tedavi yöntemlerine başvurmuş kişidir.
Kaynak: idrak etmek.com
Tıp Zamanı II
Hititlerde Anatomi Ve Tıp
Eski uygarlıklarda, çağıl tıbbın temelini oluşturan ilk bilgiler, devrin dünya görüşü içinde yorumlanmış ve dinî-mitolojik görüşlerden de etkilenmiştir. Dünyaya nazar açılarının temelinde din ve büyü olan toplumlarda, tıbbın sihirden etkilenmesi tabiîdir, hatta bu tesir bu şekilde bir nazar açısının mecburi bir sonucudur. Bu sebeple söz konusu toplumlarda, bilimsel temelli tıbbın sihir ve dini görüşler ile iç içe olduğu görülür.
Önceleri tıp zamanı Yunan uygarlığı ile başlatılıyordu. Ama bugün tıbbın temellerinin, Yunan'dan kısa süre önce Mısır ve Mezopotamya'da atılmış olduğu bilinmektedir. Bugün üstünde yaşadığımız Anadolu topraklarını askerî ve siyasî bir güç altında toplayan ilk cemiyet Hititlerdir. Hititlerin Anadolu'da kurduğu büyük uygarlık içinde, değişik kültürlerin tesirleri görülür. Hititler türlü alanlarda olduğu şeklinde, sıhhat sahasında da başka uygarlıklardaki tıbbi gelişmelerden etkilenmişlerdir. Böylelikle ilk olarak kendi yaşadıkları bölümde sık görülen hastalıklara cevap arama yoluna gitmişlerdir.
Hititler döneminde Anadolu'da gelişen tıbbî faaliyetler ve hekimlik hakkında bilgilendiren belgeler hemen hemen kafi değildir. Ama eldeki belgeler ışığında, Hititlerde de Mısır ve Mezopotamya'daki şeklinde gelişmiş tıbbî faaliyetlerin olduğu anlaşılmaktadır.
1. Hititlerde Anatomi Bilgisi
Bu bölümde Hititlerin insan vücudunu ve organlarını ne seviyede tanıdıkları ve organların etkenlik ve işleyişini ne kadar bildikleri araştırılmıştır. Hititlerde, "anatomi kitabı" durumunda bir tablet ele geçmemiştir. Bu sebeple Hititlerin insan anatomisi hakkında bilgilerine, fakat rituallerde geçen ve vücut organlarıyla ilgili olan bir takım terimlerden ulaşılmıştır. Bununla birlikte Hitit anatomi detayları günümüz anatomisine taşınarak, Sistemli, belirli kurallara uyan Anatomi açısından bir şema hazırlanmıştır. Bölümün sonunda ise mevzuyla ilgili tüm bilgilerin insan vücudu üstünde gösterilebilmesi ve Hititlerin bu konudaki bilgi seviyesinin daha iyi anlaşılabilmesi için, insan vücudunu gösteren diyagramlar üstünde, Hitit tabletlerinde geçen iç ve dış organlar gösterilmiştir.
İnsan vücudunu oluşturan sistem ve organlardan Hititçede karşılığı bilinenler, metin yerlerine bakılırsa tartışmalarıyla beraber ele alınmıştır. Bu sebeple hekimlik ve cerrahlık bakımından anatomi öğretiminde kullanılan türlü metotlardan birisi olan "sistemli, belirli kurallara uyan anatomi" temel alınarak insan vücudu, sistemler halinde incelenmiş ve bugün bilinmiş olduğu kadarıyla, Hitit anatomi bilgisini oluşturan ve çivi yazılı bir sürü Hitit tabletinde geçen organlar ve adları her bir sistem içine yerleştirilerek incelenmiştir. Bu bölümün sonunda bununla birlikte Hititçe-Türkçe, Türkçe-Hititçe ve Hititçe-Almanca, Almanca-Hititçe Anatomik Lügat başlıkları altında Hititçede geçen organ adları, alfabetik olarak listelenmiştir.
2. Hitit Tıbbı
Bu bölümde, eldeki yazılı malzemeye dayanılarak Hititlerde hastalıklar, teşhis ve tedavileri ve hekimler hakkında bilgi verilmiş ve Hititlerin doğum mevzusundaki detayları, kendi dönemlerindeki başka toplumlarla karşılaştırılarak, Hitit tıbbının seviyesi üstünde bir yorum ve değerlendirme yapılmıştır. Bununla birlikte Hitit belgelerinde geçen ve sağlık-hastalık-temizlik ve pislik ile ilgili terimler incelenerek, Hititlerin bu kavramlar karşısındaki nazar açıları ortaya konulmuştur.
A) Hastalıklar
a) Hitit belgelerinde geçen bir takım hastalıklar
Dünya üstünde hastalıkların ortaya çıkışı, insanlık tarihinden eskiye dayanır. Medeniyetler kurulduktan sonrasında da hastalıklar varolmuştur. Anadolu'da da çok sayıda hastalıkla karşılaşılmıştır. Hititlerin maruz kalmış olduğu hastalıklar karşısındaki tavırlarını, onlardan zamanımıza kalan çivi yazılı kil tabletlerden öğrenmekteyiz.
Hititler devrinde Anadolu'da görülen hastalıkların en kötüsü, kitle halinde ölümlere yol açmış olduğu malum ve henkan denilen hastalıktır. Bu hastalığın veba, kolera ya da tifo şeklinde bir salgın hastalık olduğu fikir edilebilir. Anadolu'da bazen uzun devam eden kıtlıkların ve salgınların olduğu bilinmektedir. 1. Şuppiluliuma devrinde başlamış olan ve 2. Murşili devrinde de devam eden veba salgını, söz konusu salgınlar içinde yer alır. Bu zamanda tesirini gösteren veba, 2. Murşili'nin veba dualarının da konusunu teşkil etmiştir. 2. Murşili'nin veba dualarından, vebanın o devirlerde Hatti ülkesini perişan ettiğini idrak etmek güç değildir. Vebanın ortadan kaldırılabilmesi için derhal her yolun denenmiş olduğu anlaşılmaktadır. Veba dualarından anlaşıldığı kadarıyla Murşili, vebanın sebebini, babasının döneminde meydana getirilen haksızlık ve kötülüklere bağlar ve babası 1. Şuppiluliuma'nın yapmış olduğu haksızlıklar yüzünden tanrıların kızarak, tüm ülkeye bu şekilde büyük bir ceza verdiklerini ifade eder:
Veba Duası
"Tanrılar, Efendi[leri]m! Hatti ülkesinde veba meydana geldi. Ve Hatti ülkesi vebadan dolayı mahvoldu ve çok sorun çekti, geriye kalan bu 20. yıl(dır). Ve Hatti ülkesi sürekli (çok uzun zamandan bu zamana kadar) öldüğü için, (aklıma) genç Tuthalya meselesi geldi. Ve babam, Tuthalya'nın kanlı cinayeti yüzünden [öldü]; [babamın tarafı]na geçmiş (olan) kral oğulları, beyler, binbaşılar (ve) daha yüksek (rütbeli) subaylar (da), [bu] sebep (sorun) yüzünden öldüler. Bu şey Hatti ülkesinin üstüne de geldi ve [Hatti] ülkesi de [bu] şey yüzünden ölmeye başladı ve Hatti ülkesi [zayıfladı]. Ve şimdi veba daha da [beter] oldu; Hatti ülkesi vebadan (dolayı) [çok] üzüldü (bunaldı) ve (nüfus olarak) daha azaldı. Ama ben, Murşili, sizin h[izmetkarınız], [Tanrılar], bana ait [Efendilerim], [dualarımı] kabul ediniz, [yardımı]ma geliniz"
b) Hastalık sebepleri
Hitit toplumunda, hastalıklara sebep olduğu fikredilen faktörlerin başlangıcında tanrıların dikkatsizlik edilmesi ya da onlara karşı işlenen kabahat ve günahlar, vücutları ve ruhi kirlilik, mağaralar, düdenler ve yer çatlaklarından çıkarak insanları fena şekilde etkileyen bazı fena güçler, ölü ruhlarının huzursuz edilmesi ve karabüyü mevcuttur.
c) Tedavi
Bir hastalığı tedavi etmek amacıyla geliştirilen metotlar, o hastalığa sebep olduğu fikredilen faktörleri ortadan kaldırmak için düzenlenirler. Hititlerde, türlü hastalıklar ve rahatsızlıklar karşısında uygulanan tedavi usulleri iki grupta incelenebilir. Bunlardan biride birisi büyü ve majik rituallerle tedavi, öbürü ise droglar kullanılarak meydana getirilen tedavidir.
Hastalığın bir tanrı ya da başka bir güç tarafınca verildiğine inanılıyorsa, hastalığı tedavi etmenin yolu, hastalık sebebi olduğu fikredilen güçlere yalvarmak, dua etmek, ritualler tanzim etmek ya da kurban sunmaktır.
Hititlerde türlü hastalıkların tedavisinde büyüden faydalanılmıştır. Hititlerde sihrin haricinde kullanılan bir başka yöntem da 'günah keçisi' denilen ve kötülüklerin keçi, koyun, fare, boğa, eşek şeklinde hayvanlara majik olarak geçirilmesine dayanır. İnsanın hasta olan kısımlarına, hayvanın kesilen uzuvları yerleştirilerek, insandaki hastalığın, hayvanın bu organlarına majik olarak geçeceği düşünülür. Hititler, bu tür şeyler ve bunlara benzer daha bir sürü majik tedavi metoduna başvurmuşlardır. Hititlerin, tedavisinde 'büyü' kullandıkları hastalıkların içinde bazı ruhsal problemlerin yanısıra, üro-genital sistem hastalıkları ve bir çok hastalık da (göz hastalıkları, epidemik hastalıklar v.b.) mevcuttur.
Etkili ilaç aramaları sebebiyle, Hitit tıbbında sihrin yanısıra droglarla tedavinin de mühim bir yeri vardır. İlaç yapımında kullanılan droglar organik (bitkisel ve hayvansal) ve anorganik (mineraller v.b.) menşelidirler. Bitkiler, insanoğlu tarafınca tedavi amacıyla kullanılan ilk ilaçlardır. İnsanoğlu, zaman içinde edindiği tecrübeler sonucunda, bitkilerin tedavi edici özellikleri bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Anadolu, iklim ve toprak özellikleri bakımından, üstünde her tür bitkinin yetiştirilebildiği verimli topraklara haizdir. Florası varlıklı olan bir mekanda ikamet ettikleri için, Hititlerin de bu bitkilerden ilaç olarak faydalanmış olmaları naüreldir. Hitit tabletlerinde geçen bitkiler içinde, bugün Anadolu'da halen tıbbi sebeple kullanılan adamotu, banotu, haşhaş, mazı, mersin, meyan kökü, safran şeklinde bitkiler de yer alır. Tabletlerde, nebati drogların yanısıra, bazı hayvansal ve madeni droglar da geçmektedir.
Hititler, hastalıkların tedavisinde hiçbir süre lakayt davranmamışlardır. Tedavi için majik işlemlere başvurdukları şeklinde, droglardan da faydalanmışlardır. İlaç reçetelerinde geçen ilaçların bir kısmını ise dışardan (Mezopotamya ve Mısır'dan) ithal etmişlerdir.
Hitit tıbbı ve ilaçları hakkında bilgilerimiz, Hititlerin merkezi Hattuşa'da (Boğazköy) bulunmuş olan arşivindeki tabletlere dayanmaktadır. Bu arşivde ele geçen tıbbi metinlerin büyük kısmı Akkadcadır, bir bölümü ise Akkadcadan Hititçeye çeviri edilmiştir. Tıp ile ilgili bu tabletlerin başlangıcında hastalıktan bahsedilir. Hastalığın adı verilir ya da özellikleri belirtilir ve hasta organlar sayılır. Sonrasında da bu tarz şeyleri iyileştirmek için kullanılacak ilaçlar ve bunların hazırlanış şekilleri verilir. Bu ilaçların büyük bir kısmının bitkisel droglardan elde edildiği görülür.
B) Hekimler ve Tıp Eğitimi
Hititçede "doktor" anlamını karşılamak suretiyle, yabancı dillerden Hititçeye girmiş terimler mevcuttur. Sümercede "doktor" anlamına gelen LÚA.ZU Hititçede de kullanılmıştır. Bununla birlikte Sümercede "falcı, büyücü" anlamlarına gelen AZU kelimesi de Hitit tabletlerinde geçmektedir. LÚA.ZU ile LÚAZU değişik iki terimdir. Akkadcadaki karşılıkları da bu durumu gösterir. LÚA.ZU'nun Akkadca karşılığı ASU, LÚAZU'nun ise BARU'dur. LÚA.ZU "doktor", LÚAZU ise "falcı,kurban bakıcısı,bilici" manasına gelir. Her iki kelimenin de Hititçede kullanılmış olması, Hitit hekimlerinin yalnız büyü temelli tedavi uygulamadığını gösterir.
Kaynaklarda SALA.ZU'ya da rastlanmıştır. SAL "hanım" anlamına geldiği için, Hititler döneminde hanım hekimlerin de vazife yapmış olduğu anlaşılmaktadır. KUB XXX 42 I 8 ve devamındaki satırlarda, Hurrili bir karı doktor (SALA.ZU ) olan Azzari'nin, düşman saldırılarına karşı, bir sıvı ile ordu komutanını, atları ve cenk otomobillerini, ordudaki askerleri ve başka cenk malzemelerini yağlayarak majik bir biçimde koruduğu anlatılır. Eldeki az sayıda belgeye dayanarak, Hitit toplumunda hanım hekimlere de başvurulduğu, fakat bunların tıbbi müdaheleden çok, majik işlemler uyguladıkları görülür.
Eski Yakın Şark'da saray ve tapınağa bağlı olarak çalışan uzman personelin, sanatçıların ve bir ülkeden başka bir ülkeye giden ya da gönderilen zanaatkarların içinde hekimler de yer almaktaydı. Bu hekimlerin yer değiştirmesi, genel olarak, hekimin bir kent ya da ülkeden başka bir yere gitmesi ve orada bir süre kaldıktan sonrasında, yine eski yerine geri dönmesi şeklindeydi. Bununla birlikte metinlerdeki ifadelerde, bu hekimlerin, başka bir yere gönderilirken, geri dönüşleri ve kalış süreleriyle ilgili sıkı kaideler getirilmiş olmasından, bulundukları ülkeler için çok kıymetli ve mühim oldukları anlaşılmaktadır. Bu hekimlerin daha ziyade Mısır ve Babil'den Hatti topraklarına göndermiş olduğu bilinmektedir. Hititler bu yabancı hekimlere büyük kıymet vermişlerdir. Yabancı hekimlerin haricinde tabletlerde adları geçen Hititli hekimler de mevcuttur. Bunlardan biride Hutupi ve Akiya, Hatti ülkesinin en meşhur hekimlerinden olup, saray halkını iyileştirme yetkisine sahiptiler. Hitit hekimlerini, yalnız saraydaki hekimlerle sınırlamamak gerekir. Bununla birlikte Hitit ülkesinde, halkın tedavisiyle meşgul olan bir çok doktor de vardır. Ama Hitit devlet arşivindeki tabletlerde geçmediği için bu halk hekimlerinin adları bilinmemektedir.
Hititlerde hekimlerin aralarında usta-çırak ilişkisi olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü hekimlerin, vazifelerini iyi mi yerine getireceklerini belirten metinlerde "büyük doktor", "minik doktor" şeklinde ifadeler geçmektedir. UGULA LÚA.ZU (yönetici doktor, hekimlerin idarecisi), GAL LÚ.MESA.ZU (hekimlerin en büyüğü, şef doktor), LÚA.ZU SAG (başhekim), LÚA.ZU TUR KAB.ZU.ZU (yardımcı-talebe-küçük doktor; asistan doktor ya da tıp talebesi ?) şeklinde unvanlar olması, Hititlerde hekimler içinde bir hiyerarşinin bulunduğunu göstermektedir.
D) Doğum ve Ebeler
Hattuşa'daki kazılarda açığa çıkartılan tabletler içinde, doğumdan bahseden ritual tabletleri de tespit edilmiştir. Doğumla ilgili olan bu tabletler vasıtasıyla, Hitit ülkesinde ebelerin (SALhasnupal(l)a) doğum öncesinde, doğum esnasında ve doğum sonrasında neler yaptıkları ve doğumda kullandıkları aletler hakkında bilgi mevcuttur. Örneğin doğum öncesinde hazırlanması lüzumlu olan şeylerden bahseden KUB XXX 29 metninde:
"Bir karı doğum yapacağı süre, ebe şunları hazırlar: [İki sandalye] (ve) üç yastık (o şekilde bir biçimde hazırlanmış olur ki) her tabureye bir yastık yerleştirilir. Ve [bi]r yastık taburelerin arasına, yere koyulur. Çocuk düşmeye (kısaca doğmaya) başladığı süre, [sonra] hanım, sandalyelerin üzerine oturur."
Doğum ile ilgili rituallerden anlaşıldığı kadarıyla bir kadının gebelik durumuna ilk girişi, tanrıçaların onuruna düzenlenen bir merasim ile belirginleştiriliyordu. Bununla birlikte kadının hamileliği süresince türlü tanrıçalara belli başlı dönemlerde ayinler düzenleniyor ve türlü zamanlarda kurbanlar sunuluyordu. Hamileliğin belli başlı bir döneminden sonrasında hanım, bir süre için ailesinden ayrılabildiği şeklinde, doğumların evde gerçekleştirildiği de oluyordu. Bununla birlikte doğum öncesinde kadının, dini yönden doğum hayata geçirmeye elverişli bir vaziyet içinde bulunup bulunmadığı, tanrı ya da tanrıçalara karşı görevlerini eksiksiz olarak yerine getirip getirmediğini anlayabilmek için kehanet yöntemiyle sorular sorulur ve eğer bu soruların cevabı negatif olursa, (bu şartları düzeltmek için) tanrılara kurbanlar sunulurdu. Doğum sonrasında anne, doğum aletleri ve yeni doğan çocuk için dini yönden temizle(n)me ritualleri yapılıyordu. Bu arındırma ritualleri çocuk dünyaya ulaştıktan sonra türlü zamanlarda (ikinci gecede, dördüncü gecede, yedinci gecede v.b.) gerçekleştirilmiştir. Hititlerde doğumla ilgili faaliyetlerin bir bölümü hijyenik karakterde, büyük bir bölümü ise majik ve dini temellidir. Hitit doğum adetlerini gösteren Papanikri Rituali (KBo V 1=Bo 2001), doğumla ilgili ritualler içinde zamanımıza kadar en iyi şekilde kalmış Hitit belgelerinden biridir. Bu metinden, Hitit kadınlarının doğumu gerçekleştirmek için gittikleri bir doğum evinde doğum sandalyesine oturdukları ve doğum esnasında doğum sandalyesinde (harnau) kırılma olduğunda (bu durumun Hititler tarafınca 'nalet' olarak kabul edilmesi sebebiyle) doğum meydana getirilen yerin değiştirildiği anlaşılmaktadır:
Kumanni ülkesinden Hattili rahip (din adamı) Papanikri şunları söyler:
"Doğum sandalyesinde bir karı bulunmuş olduğu sırada doğum yapılacak yerin (doğum sandalyesinin) küveti zedelendiğinde ya da bacağı kırıldığında ve hanım hemen hemen doğurmamışsa, bu hanım o yerin içinde öylece kalır, tekrardan bir tahta iskemle kurulur. Bu hanım şimdi geriye kalan (dini açıdan) temiz değildir. Hattili rahip doğum sandalyesini ve içinde bulunan alet-edevatı yükseğe kaldırır. O, bu tarz şeyleri kapıya (şehrin dış kapısı) doğru taşırken, kapının önünde tanrı Alitapara'ya, yakarak bir kuş kurban eder. Ve (sonrasında) o; doğum sandalyesini ve aletleri şinapşi'ye getirir (taşır), o bu tarz şeyleri (kadının) yakınında (başka) bir yere koyar, sonrasında hanım orada doğum yapar ve Hattili rahip, hanıma şunları söyler: Tapınaktaki bozukluğun sebebini fal yolu ile öğren! Bu hanım fal sorularına başvurur ve eğer herhangi bir tanrıyı kızdırdıysa, ona sıvı kurban eder. Sonrasında rahip, doğum sandalyesinin 2 küvetini yapar ve onlar için muhafaza olarak 2 tane küvet ve 4 bacak daha yapar ".
Doğum' denildiği süre akla gelen kavramların içinde doğumu yaptıran kişiler yer alır. Eski çağlarda doğumu yaptıranlar 'ebeler' idi. Hititlerde de doğumun, ebeler ((SAL)hasnupal(l)a-) vasıtasıyla gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Hititlerde ****** aktivitelerini iki kategoriye ayırmak mümkündür. Bunlardan biride ilki doğum için lüzumlu malzemeyi hazırlamak ve evladı doğurtmaktır. İkincisi ise çocuk doğduktan sonrasında, yeni doğan bebek adına, fena tesirleri bebekten uzaklaştırarak bebeğe iyi bir alınyazısı bahşetmeleri için tanrılara dua etmektir.
Netice: Hitit Tıbbi Bilgilerinin Seviyesi
Anadolu'da çivi yazısı sistemini kendi dillerine tatbik eden ve Anadolu'yu askeri ve siyasal bir güç altında biriktirerek büyük bir uygarlık kuran Hititlerin tıp sahasındaki detayları, ele geçen tabletlerden öğrenilebilmektedir. Ama bu döneme ait tıbbi faaliyetler hakkında bilgilendiren bu belgelerin kafi olduğu söylenemez.
Hitit tıbbında etiyoloji (hastalıklara sebep olan unsur), diagnoz (teşhis), prognoz ve terapi (tedavi) unsurları içinde etiyoloji diagnozdan daha önemlidir. Bir başka ifadeyle, tedavi şekli hastalığın sebebine bakılırsa değişmiş olduğu için, hastalık sebebi çok önemlidir. Örneğin bir hastanın gözlerindeki hastalık, ortaya çıkan semptoma dayalı olarak "göz kanlanması" şeklinde teşhis ediliyordu. Etiyoloji'yi sağlamak daha mühim ve zordu. Bundan dolayı omen ile orakel (fal ve kehanet) metotlarına başvuruluyordu. Tedavi ise semptomu ortadan kaldıracak olan droglarla meydana getirilen tedavi ve direkt etiyolojiye tesir edecek olan dini ve mistik tedavi olmak suretiyle iki yönlü idi.
Tıp sahasında ilerlemenin başlıca faktörleri içinde insanlardaki hastalık ve hastalık durumlarını ortadan kaldırma ihtiyacı yer alır. Bu unsur hem eski çağlarda hem de günümüzde etkili olmuştur. Hastalıkların aslolan sebebinin, organizmaya dıştan etki eden mikroplar bulunduğunun anlaşılması, fakat son asırlarda meydana getirilen çalışmaların ürünüdür. Hititler, pislikten devamlı için uzak durmaya çalışmışlardır. Fakat pisliği, bir "ajan patojen membaı" olarak görmemişlerdir. Hititlerde gelişmiş tıbbi tedavi metotları yoktur; fakat tıbbi faaliyetlerin temelinde bulunan araştırıcı zihniyet mevcuttur. Tıp sahasında kendilerinden daha ileri ülkelerden doktor getirtmeyi dikkatsizlik etmeyen ve hastalıklar karşısında lakayt davranmayan Hititlerde, tıp vardır. Hititler hiçbir süre kendi dönemlerindeki tıbbi gelişmelerden uzak kalmamışlar, onları devamlı takip etmişler ve bazılarını dışarıdan almakla da yetinmeyip kendi cemiyet yapılarına uygun hale getirmesini bilmişlerdir.
Amaç Şahinbaş Erginöz
İstanbul üniversitesi
Edebiyat Fakültesi
Ilim Zamanı Anabilim Dalı
Hititlerde Anatomi Ve Tıp
Eski uygarlıklarda, çağıl tıbbın temelini oluşturan ilk bilgiler, devrin dünya görüşü içinde yorumlanmış ve dinî-mitolojik görüşlerden de etkilenmiştir. Dünyaya nazar açılarının temelinde din ve büyü olan toplumlarda, tıbbın sihirden etkilenmesi tabiîdir, hatta bu tesir bu şekilde bir nazar açısının mecburi bir sonucudur. Bu sebeple söz konusu toplumlarda, bilimsel temelli tıbbın sihir ve dini görüşler ile iç içe olduğu görülür.
Önceleri tıp zamanı Yunan uygarlığı ile başlatılıyordu. Ama bugün tıbbın temellerinin, Yunan'dan kısa süre önce Mısır ve Mezopotamya'da atılmış olduğu bilinmektedir. Bugün üstünde yaşadığımız Anadolu topraklarını askerî ve siyasî bir güç altında toplayan ilk cemiyet Hititlerdir. Hititlerin Anadolu'da kurduğu büyük uygarlık içinde, değişik kültürlerin tesirleri görülür. Hititler türlü alanlarda olduğu şeklinde, sıhhat sahasında da başka uygarlıklardaki tıbbi gelişmelerden etkilenmişlerdir. Böylelikle ilk olarak kendi yaşadıkları bölümde sık görülen hastalıklara cevap arama yoluna gitmişlerdir.
Hititler döneminde Anadolu'da gelişen tıbbî faaliyetler ve hekimlik hakkında bilgilendiren belgeler hemen hemen kafi değildir. Ama eldeki belgeler ışığında, Hititlerde de Mısır ve Mezopotamya'daki şeklinde gelişmiş tıbbî faaliyetlerin olduğu anlaşılmaktadır.
1. Hititlerde Anatomi Bilgisi
Bu bölümde Hititlerin insan vücudunu ve organlarını ne seviyede tanıdıkları ve organların etkenlik ve işleyişini ne kadar bildikleri araştırılmıştır. Hititlerde, "anatomi kitabı" durumunda bir tablet ele geçmemiştir. Bu sebeple Hititlerin insan anatomisi hakkında bilgilerine, fakat rituallerde geçen ve vücut organlarıyla ilgili olan bir takım terimlerden ulaşılmıştır. Bununla birlikte Hitit anatomi detayları günümüz anatomisine taşınarak, Sistemli, belirli kurallara uyan Anatomi açısından bir şema hazırlanmıştır. Bölümün sonunda ise mevzuyla ilgili tüm bilgilerin insan vücudu üstünde gösterilebilmesi ve Hititlerin bu konudaki bilgi seviyesinin daha iyi anlaşılabilmesi için, insan vücudunu gösteren diyagramlar üstünde, Hitit tabletlerinde geçen iç ve dış organlar gösterilmiştir.
İnsan vücudunu oluşturan sistem ve organlardan Hititçede karşılığı bilinenler, metin yerlerine bakılırsa tartışmalarıyla beraber ele alınmıştır. Bu sebeple hekimlik ve cerrahlık bakımından anatomi öğretiminde kullanılan türlü metotlardan birisi olan "sistemli, belirli kurallara uyan anatomi" temel alınarak insan vücudu, sistemler halinde incelenmiş ve bugün bilinmiş olduğu kadarıyla, Hitit anatomi bilgisini oluşturan ve çivi yazılı bir sürü Hitit tabletinde geçen organlar ve adları her bir sistem içine yerleştirilerek incelenmiştir. Bu bölümün sonunda bununla birlikte Hititçe-Türkçe, Türkçe-Hititçe ve Hititçe-Almanca, Almanca-Hititçe Anatomik Lügat başlıkları altında Hititçede geçen organ adları, alfabetik olarak listelenmiştir.
2. Hitit Tıbbı
Bu bölümde, eldeki yazılı malzemeye dayanılarak Hititlerde hastalıklar, teşhis ve tedavileri ve hekimler hakkında bilgi verilmiş ve Hititlerin doğum mevzusundaki detayları, kendi dönemlerindeki başka toplumlarla karşılaştırılarak, Hitit tıbbının seviyesi üstünde bir yorum ve değerlendirme yapılmıştır. Bununla birlikte Hitit belgelerinde geçen ve sağlık-hastalık-temizlik ve pislik ile ilgili terimler incelenerek, Hititlerin bu kavramlar karşısındaki nazar açıları ortaya konulmuştur.
A) Hastalıklar
a) Hitit belgelerinde geçen bir takım hastalıklar
Dünya üstünde hastalıkların ortaya çıkışı, insanlık tarihinden eskiye dayanır. Medeniyetler kurulduktan sonrasında da hastalıklar varolmuştur. Anadolu'da da çok sayıda hastalıkla karşılaşılmıştır. Hititlerin maruz kalmış olduğu hastalıklar karşısındaki tavırlarını, onlardan zamanımıza kalan çivi yazılı kil tabletlerden öğrenmekteyiz.
Hititler devrinde Anadolu'da görülen hastalıkların en kötüsü, kitle halinde ölümlere yol açmış olduğu malum ve henkan denilen hastalıktır. Bu hastalığın veba, kolera ya da tifo şeklinde bir salgın hastalık olduğu fikir edilebilir. Anadolu'da bazen uzun devam eden kıtlıkların ve salgınların olduğu bilinmektedir. 1. Şuppiluliuma devrinde başlamış olan ve 2. Murşili devrinde de devam eden veba salgını, söz konusu salgınlar içinde yer alır. Bu zamanda tesirini gösteren veba, 2. Murşili'nin veba dualarının da konusunu teşkil etmiştir. 2. Murşili'nin veba dualarından, vebanın o devirlerde Hatti ülkesini perişan ettiğini idrak etmek güç değildir. Vebanın ortadan kaldırılabilmesi için derhal her yolun denenmiş olduğu anlaşılmaktadır. Veba dualarından anlaşıldığı kadarıyla Murşili, vebanın sebebini, babasının döneminde meydana getirilen haksızlık ve kötülüklere bağlar ve babası 1. Şuppiluliuma'nın yapmış olduğu haksızlıklar yüzünden tanrıların kızarak, tüm ülkeye bu şekilde büyük bir ceza verdiklerini ifade eder:
Veba Duası
"Tanrılar, Efendi[leri]m! Hatti ülkesinde veba meydana geldi. Ve Hatti ülkesi vebadan dolayı mahvoldu ve çok sorun çekti, geriye kalan bu 20. yıl(dır). Ve Hatti ülkesi sürekli (çok uzun zamandan bu zamana kadar) öldüğü için, (aklıma) genç Tuthalya meselesi geldi. Ve babam, Tuthalya'nın kanlı cinayeti yüzünden [öldü]; [babamın tarafı]na geçmiş (olan) kral oğulları, beyler, binbaşılar (ve) daha yüksek (rütbeli) subaylar (da), [bu] sebep (sorun) yüzünden öldüler. Bu şey Hatti ülkesinin üstüne de geldi ve [Hatti] ülkesi de [bu] şey yüzünden ölmeye başladı ve Hatti ülkesi [zayıfladı]. Ve şimdi veba daha da [beter] oldu; Hatti ülkesi vebadan (dolayı) [çok] üzüldü (bunaldı) ve (nüfus olarak) daha azaldı. Ama ben, Murşili, sizin h[izmetkarınız], [Tanrılar], bana ait [Efendilerim], [dualarımı] kabul ediniz, [yardımı]ma geliniz"
b) Hastalık sebepleri
Hitit toplumunda, hastalıklara sebep olduğu fikredilen faktörlerin başlangıcında tanrıların dikkatsizlik edilmesi ya da onlara karşı işlenen kabahat ve günahlar, vücutları ve ruhi kirlilik, mağaralar, düdenler ve yer çatlaklarından çıkarak insanları fena şekilde etkileyen bazı fena güçler, ölü ruhlarının huzursuz edilmesi ve karabüyü mevcuttur.
c) Tedavi
Bir hastalığı tedavi etmek amacıyla geliştirilen metotlar, o hastalığa sebep olduğu fikredilen faktörleri ortadan kaldırmak için düzenlenirler. Hititlerde, türlü hastalıklar ve rahatsızlıklar karşısında uygulanan tedavi usulleri iki grupta incelenebilir. Bunlardan biride birisi büyü ve majik rituallerle tedavi, öbürü ise droglar kullanılarak meydana getirilen tedavidir.
Hastalığın bir tanrı ya da başka bir güç tarafınca verildiğine inanılıyorsa, hastalığı tedavi etmenin yolu, hastalık sebebi olduğu fikredilen güçlere yalvarmak, dua etmek, ritualler tanzim etmek ya da kurban sunmaktır.
Hititlerde türlü hastalıkların tedavisinde büyüden faydalanılmıştır. Hititlerde sihrin haricinde kullanılan bir başka yöntem da 'günah keçisi' denilen ve kötülüklerin keçi, koyun, fare, boğa, eşek şeklinde hayvanlara majik olarak geçirilmesine dayanır. İnsanın hasta olan kısımlarına, hayvanın kesilen uzuvları yerleştirilerek, insandaki hastalığın, hayvanın bu organlarına majik olarak geçeceği düşünülür. Hititler, bu tür şeyler ve bunlara benzer daha bir sürü majik tedavi metoduna başvurmuşlardır. Hititlerin, tedavisinde 'büyü' kullandıkları hastalıkların içinde bazı ruhsal problemlerin yanısıra, üro-genital sistem hastalıkları ve bir çok hastalık da (göz hastalıkları, epidemik hastalıklar v.b.) mevcuttur.
Etkili ilaç aramaları sebebiyle, Hitit tıbbında sihrin yanısıra droglarla tedavinin de mühim bir yeri vardır. İlaç yapımında kullanılan droglar organik (bitkisel ve hayvansal) ve anorganik (mineraller v.b.) menşelidirler. Bitkiler, insanoğlu tarafınca tedavi amacıyla kullanılan ilk ilaçlardır. İnsanoğlu, zaman içinde edindiği tecrübeler sonucunda, bitkilerin tedavi edici özellikleri bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Anadolu, iklim ve toprak özellikleri bakımından, üstünde her tür bitkinin yetiştirilebildiği verimli topraklara haizdir. Florası varlıklı olan bir mekanda ikamet ettikleri için, Hititlerin de bu bitkilerden ilaç olarak faydalanmış olmaları naüreldir. Hitit tabletlerinde geçen bitkiler içinde, bugün Anadolu'da halen tıbbi sebeple kullanılan adamotu, banotu, haşhaş, mazı, mersin, meyan kökü, safran şeklinde bitkiler de yer alır. Tabletlerde, nebati drogların yanısıra, bazı hayvansal ve madeni droglar da geçmektedir.
Hititler, hastalıkların tedavisinde hiçbir süre lakayt davranmamışlardır. Tedavi için majik işlemlere başvurdukları şeklinde, droglardan da faydalanmışlardır. İlaç reçetelerinde geçen ilaçların bir kısmını ise dışardan (Mezopotamya ve Mısır'dan) ithal etmişlerdir.
Hitit tıbbı ve ilaçları hakkında bilgilerimiz, Hititlerin merkezi Hattuşa'da (Boğazköy) bulunmuş olan arşivindeki tabletlere dayanmaktadır. Bu arşivde ele geçen tıbbi metinlerin büyük kısmı Akkadcadır, bir bölümü ise Akkadcadan Hititçeye çeviri edilmiştir. Tıp ile ilgili bu tabletlerin başlangıcında hastalıktan bahsedilir. Hastalığın adı verilir ya da özellikleri belirtilir ve hasta organlar sayılır. Sonrasında da bu tarz şeyleri iyileştirmek için kullanılacak ilaçlar ve bunların hazırlanış şekilleri verilir. Bu ilaçların büyük bir kısmının bitkisel droglardan elde edildiği görülür.
B) Hekimler ve Tıp Eğitimi
Hititçede "doktor" anlamını karşılamak suretiyle, yabancı dillerden Hititçeye girmiş terimler mevcuttur. Sümercede "doktor" anlamına gelen LÚA.ZU Hititçede de kullanılmıştır. Bununla birlikte Sümercede "falcı, büyücü" anlamlarına gelen AZU kelimesi de Hitit tabletlerinde geçmektedir. LÚA.ZU ile LÚAZU değişik iki terimdir. Akkadcadaki karşılıkları da bu durumu gösterir. LÚA.ZU'nun Akkadca karşılığı ASU, LÚAZU'nun ise BARU'dur. LÚA.ZU "doktor", LÚAZU ise "falcı,kurban bakıcısı,bilici" manasına gelir. Her iki kelimenin de Hititçede kullanılmış olması, Hitit hekimlerinin yalnız büyü temelli tedavi uygulamadığını gösterir.
Kaynaklarda SALA.ZU'ya da rastlanmıştır. SAL "hanım" anlamına geldiği için, Hititler döneminde hanım hekimlerin de vazife yapmış olduğu anlaşılmaktadır. KUB XXX 42 I 8 ve devamındaki satırlarda, Hurrili bir karı doktor (SALA.ZU ) olan Azzari'nin, düşman saldırılarına karşı, bir sıvı ile ordu komutanını, atları ve cenk otomobillerini, ordudaki askerleri ve başka cenk malzemelerini yağlayarak majik bir biçimde koruduğu anlatılır. Eldeki az sayıda belgeye dayanarak, Hitit toplumunda hanım hekimlere de başvurulduğu, fakat bunların tıbbi müdaheleden çok, majik işlemler uyguladıkları görülür.
Eski Yakın Şark'da saray ve tapınağa bağlı olarak çalışan uzman personelin, sanatçıların ve bir ülkeden başka bir ülkeye giden ya da gönderilen zanaatkarların içinde hekimler de yer almaktaydı. Bu hekimlerin yer değiştirmesi, genel olarak, hekimin bir kent ya da ülkeden başka bir yere gitmesi ve orada bir süre kaldıktan sonrasında, yine eski yerine geri dönmesi şeklindeydi. Bununla birlikte metinlerdeki ifadelerde, bu hekimlerin, başka bir yere gönderilirken, geri dönüşleri ve kalış süreleriyle ilgili sıkı kaideler getirilmiş olmasından, bulundukları ülkeler için çok kıymetli ve mühim oldukları anlaşılmaktadır. Bu hekimlerin daha ziyade Mısır ve Babil'den Hatti topraklarına göndermiş olduğu bilinmektedir. Hititler bu yabancı hekimlere büyük kıymet vermişlerdir. Yabancı hekimlerin haricinde tabletlerde adları geçen Hititli hekimler de mevcuttur. Bunlardan biride Hutupi ve Akiya, Hatti ülkesinin en meşhur hekimlerinden olup, saray halkını iyileştirme yetkisine sahiptiler. Hitit hekimlerini, yalnız saraydaki hekimlerle sınırlamamak gerekir. Bununla birlikte Hitit ülkesinde, halkın tedavisiyle meşgul olan bir çok doktor de vardır. Ama Hitit devlet arşivindeki tabletlerde geçmediği için bu halk hekimlerinin adları bilinmemektedir.
Hititlerde hekimlerin aralarında usta-çırak ilişkisi olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü hekimlerin, vazifelerini iyi mi yerine getireceklerini belirten metinlerde "büyük doktor", "minik doktor" şeklinde ifadeler geçmektedir. UGULA LÚA.ZU (yönetici doktor, hekimlerin idarecisi), GAL LÚ.MESA.ZU (hekimlerin en büyüğü, şef doktor), LÚA.ZU SAG (başhekim), LÚA.ZU TUR KAB.ZU.ZU (yardımcı-talebe-küçük doktor; asistan doktor ya da tıp talebesi ?) şeklinde unvanlar olması, Hititlerde hekimler içinde bir hiyerarşinin bulunduğunu göstermektedir.
D) Doğum ve Ebeler
Hattuşa'daki kazılarda açığa çıkartılan tabletler içinde, doğumdan bahseden ritual tabletleri de tespit edilmiştir. Doğumla ilgili olan bu tabletler vasıtasıyla, Hitit ülkesinde ebelerin (SALhasnupal(l)a) doğum öncesinde, doğum esnasında ve doğum sonrasında neler yaptıkları ve doğumda kullandıkları aletler hakkında bilgi mevcuttur. Örneğin doğum öncesinde hazırlanması lüzumlu olan şeylerden bahseden KUB XXX 29 metninde:
"Bir karı doğum yapacağı süre, ebe şunları hazırlar: [İki sandalye] (ve) üç yastık (o şekilde bir biçimde hazırlanmış olur ki) her tabureye bir yastık yerleştirilir. Ve [bi]r yastık taburelerin arasına, yere koyulur. Çocuk düşmeye (kısaca doğmaya) başladığı süre, [sonra] hanım, sandalyelerin üzerine oturur."
Doğum ile ilgili rituallerden anlaşıldığı kadarıyla bir kadının gebelik durumuna ilk girişi, tanrıçaların onuruna düzenlenen bir merasim ile belirginleştiriliyordu. Bununla birlikte kadının hamileliği süresince türlü tanrıçalara belli başlı dönemlerde ayinler düzenleniyor ve türlü zamanlarda kurbanlar sunuluyordu. Hamileliğin belli başlı bir döneminden sonrasında hanım, bir süre için ailesinden ayrılabildiği şeklinde, doğumların evde gerçekleştirildiği de oluyordu. Bununla birlikte doğum öncesinde kadının, dini yönden doğum hayata geçirmeye elverişli bir vaziyet içinde bulunup bulunmadığı, tanrı ya da tanrıçalara karşı görevlerini eksiksiz olarak yerine getirip getirmediğini anlayabilmek için kehanet yöntemiyle sorular sorulur ve eğer bu soruların cevabı negatif olursa, (bu şartları düzeltmek için) tanrılara kurbanlar sunulurdu. Doğum sonrasında anne, doğum aletleri ve yeni doğan çocuk için dini yönden temizle(n)me ritualleri yapılıyordu. Bu arındırma ritualleri çocuk dünyaya ulaştıktan sonra türlü zamanlarda (ikinci gecede, dördüncü gecede, yedinci gecede v.b.) gerçekleştirilmiştir. Hititlerde doğumla ilgili faaliyetlerin bir bölümü hijyenik karakterde, büyük bir bölümü ise majik ve dini temellidir. Hitit doğum adetlerini gösteren Papanikri Rituali (KBo V 1=Bo 2001), doğumla ilgili ritualler içinde zamanımıza kadar en iyi şekilde kalmış Hitit belgelerinden biridir. Bu metinden, Hitit kadınlarının doğumu gerçekleştirmek için gittikleri bir doğum evinde doğum sandalyesine oturdukları ve doğum esnasında doğum sandalyesinde (harnau) kırılma olduğunda (bu durumun Hititler tarafınca 'nalet' olarak kabul edilmesi sebebiyle) doğum meydana getirilen yerin değiştirildiği anlaşılmaktadır:
Kumanni ülkesinden Hattili rahip (din adamı) Papanikri şunları söyler:
"Doğum sandalyesinde bir karı bulunmuş olduğu sırada doğum yapılacak yerin (doğum sandalyesinin) küveti zedelendiğinde ya da bacağı kırıldığında ve hanım hemen hemen doğurmamışsa, bu hanım o yerin içinde öylece kalır, tekrardan bir tahta iskemle kurulur. Bu hanım şimdi geriye kalan (dini açıdan) temiz değildir. Hattili rahip doğum sandalyesini ve içinde bulunan alet-edevatı yükseğe kaldırır. O, bu tarz şeyleri kapıya (şehrin dış kapısı) doğru taşırken, kapının önünde tanrı Alitapara'ya, yakarak bir kuş kurban eder. Ve (sonrasında) o; doğum sandalyesini ve aletleri şinapşi'ye getirir (taşır), o bu tarz şeyleri (kadının) yakınında (başka) bir yere koyar, sonrasında hanım orada doğum yapar ve Hattili rahip, hanıma şunları söyler: Tapınaktaki bozukluğun sebebini fal yolu ile öğren! Bu hanım fal sorularına başvurur ve eğer herhangi bir tanrıyı kızdırdıysa, ona sıvı kurban eder. Sonrasında rahip, doğum sandalyesinin 2 küvetini yapar ve onlar için muhafaza olarak 2 tane küvet ve 4 bacak daha yapar ".
Doğum' denildiği süre akla gelen kavramların içinde doğumu yaptıran kişiler yer alır. Eski çağlarda doğumu yaptıranlar 'ebeler' idi. Hititlerde de doğumun, ebeler ((SAL)hasnupal(l)a-) vasıtasıyla gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır. Hititlerde ****** aktivitelerini iki kategoriye ayırmak mümkündür. Bunlardan biride ilki doğum için lüzumlu malzemeyi hazırlamak ve evladı doğurtmaktır. İkincisi ise çocuk doğduktan sonrasında, yeni doğan bebek adına, fena tesirleri bebekten uzaklaştırarak bebeğe iyi bir alınyazısı bahşetmeleri için tanrılara dua etmektir.
Netice: Hitit Tıbbi Bilgilerinin Seviyesi
Anadolu'da çivi yazısı sistemini kendi dillerine tatbik eden ve Anadolu'yu askeri ve siyasal bir güç altında biriktirerek büyük bir uygarlık kuran Hititlerin tıp sahasındaki detayları, ele geçen tabletlerden öğrenilebilmektedir. Ama bu döneme ait tıbbi faaliyetler hakkında bilgilendiren bu belgelerin kafi olduğu söylenemez.
Hitit tıbbında etiyoloji (hastalıklara sebep olan unsur), diagnoz (teşhis), prognoz ve terapi (tedavi) unsurları içinde etiyoloji diagnozdan daha önemlidir. Bir başka ifadeyle, tedavi şekli hastalığın sebebine bakılırsa değişmiş olduğu için, hastalık sebebi çok önemlidir. Örneğin bir hastanın gözlerindeki hastalık, ortaya çıkan semptoma dayalı olarak "göz kanlanması" şeklinde teşhis ediliyordu. Etiyoloji'yi sağlamak daha mühim ve zordu. Bundan dolayı omen ile orakel (fal ve kehanet) metotlarına başvuruluyordu. Tedavi ise semptomu ortadan kaldıracak olan droglarla meydana getirilen tedavi ve direkt etiyolojiye tesir edecek olan dini ve mistik tedavi olmak suretiyle iki yönlü idi.
Tıp sahasında ilerlemenin başlıca faktörleri içinde insanlardaki hastalık ve hastalık durumlarını ortadan kaldırma ihtiyacı yer alır. Bu unsur hem eski çağlarda hem de günümüzde etkili olmuştur. Hastalıkların aslolan sebebinin, organizmaya dıştan etki eden mikroplar bulunduğunun anlaşılması, fakat son asırlarda meydana getirilen çalışmaların ürünüdür. Hititler, pislikten devamlı için uzak durmaya çalışmışlardır. Fakat pisliği, bir "ajan patojen membaı" olarak görmemişlerdir. Hititlerde gelişmiş tıbbi tedavi metotları yoktur; fakat tıbbi faaliyetlerin temelinde bulunan araştırıcı zihniyet mevcuttur. Tıp sahasında kendilerinden daha ileri ülkelerden doktor getirtmeyi dikkatsizlik etmeyen ve hastalıklar karşısında lakayt davranmayan Hititlerde, tıp vardır. Hititler hiçbir süre kendi dönemlerindeki tıbbi gelişmelerden uzak kalmamışlar, onları devamlı takip etmişler ve bazılarını dışarıdan almakla da yetinmeyip kendi cemiyet yapılarına uygun hale getirmesini bilmişlerdir.
Amaç Şahinbaş Erginöz
İstanbul üniversitesi
Edebiyat Fakültesi
Ilim Zamanı Anabilim Dalı
Tıp Zamanı III
Tıbbın Kökeni Antik Mısır'da
Eski Mısır'da tıbbın ulaşmış olduğu gelişmişlik düzeyi oldukça şaşırtıcıdır. Kazılarda ele geçen bulgular, arkeologların yanı sıra bir sürü tarihçiyi de hayrete düşürmüştür. Çünkü hiçbir tarihçi MÖ. 3000'lerde yaşamış eski bir medeniyetten böylesine gelişmiş bir teknoloji beklemiyordu.
Bugün X-ışınları kullanılarak, mumyalar üstünde meydana getirilen incelemeler sonucunda Antik Mısır'da beynimiz ameliyatlarının yapılmış olduğu anlaşılmıştır. üstelik bu ameliyatlar oldukça ustalaşmış yöntemler kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Cerrahi operasyon geçirmiş mumyaların kafatasları incelendiğinde, ameliyat yerlerinin düzgünce kesilmiş olduğu görülmektedir. Hatta bu insanların ameliyattan sonrasında hayatta kaldıklarını ispatlayan, kaynamış kafatası kemiklerine rastlanmıştır.
Başka bir örnek ise bir takım ilaçlarla ilgilidir. 19. yüzyılda oldukça süratli bir ilerleme kaydeden deneysel ilim sonucunda tıp faaliyetinde da büyük gelişmeler oldu. Antibiyotiğin keşfi de bu yüzyıldaki gelişmelerden biridir. Aslen bunlara "ortaya çıkarıldı" demek hata olur, çünkü bu tekniklerin büyük bir kısımı Antik Mısır'da aslına bakarsanız kullanılıyordu.
Gösterim: 226
Boyut: 19.9 KB" style="max-width:100%;margin: 2px;"/>
Mısır Firavunu Tutankhamun'un cesedi, içiçe geçen iki tabut içinde muhafaza ediliyordu.
Mısırlıların tıp ve anatomide ne kadar ileride olduklarını gösteren en mühim eserlerden birisi de, kuşkusuz geride bıraktıkları mumyalardır. Mısırlılar mumyalama mevzusunda yüzlerce değişik teknik kullanmışlardır. Cansız bedenin binlerce yıl bozulmadan saklanabilmesine olanak elde eden mumyalama işlemi, aslen oldukça karmaşık bir işlemdir. Bu mevzuda Mısırlıların kullandığı teknik özetle şu şekildedir:
İlk ilkin ölünün iç organları dışarı çıkarılır, burundan beynimiz alınır, vücut sterilize edilir ve gövde natron denilen bir madde ile sarılıp 40 gün bekletilirdi. (Natron; sodyum karbonat, sodyum bikarbonat ve sodyum kloridle, sodyum sülfatın karışımından oluşan bir maddedir.) Bir süre sonra bu madde vücuttan çıkarılır, kol ve bacaklar şeklinde vücudun eklemli bölgeleri balçık ya da kumla sarılmış olur, sonrasında gövde reçineye batırılmış ketenle, kokulu bir tür sarı sakızla ve tarçınla sarılırdı. Bir tür merhemin vücuda sürülmesinden sonrasında da ince bir keten tülle örtülürdü.
Mısırlılar mumyalama tekniklerini yalnız insanlarda değildir, değişik hayvanlarda da denemişlerdir. Antik Mısır'da tıbbın oldukça gelişmiş olduğu, ele geçen arkeolojik buluntulardan ve bilhassa mumyalama tekniklerinden açıkça anlaşılmaktadır. Bununla birlikte unutmamak gerekir ki, vücudun şeklini bozmadan, ölünün tüm iç organlarını çıkartarak mumyalamaları, bu işi icra eden insanların, her organın yerini bilecek bir anatomi bilgisine haiz olduklarını göstermektedir.
Mumyalamanın haricinde Mısırlılar tarafınca 5000 yıl ilkin kullanılmış olan bir sürü tıbbi teknik ve alet de meydana getirilen araştırmalarda gün ışığına çıkarılmıştır. Bu mevzuyla ilgili bir çok detay sıralayabiliriz:
Görüldüğü şeklinde Mısır uygarlığı tıp mevzusunda oldukça mühim adımlar atmış, tedavi sistemleri,metotları geliştirmiş, uzman doktorlar yetiştirmiştir. Meydana getirilen kazılarda, tıp faaliyetinde sağlanan bu mühim başarıların yanı sıra, Mısırlıların kent planlamacılığı ve mimari şeklinde mevzularla da çok ilgili oldukları ortaya çıkmıştır.
Tıbbın Kökeni Antik Mısır'da
Eski Mısır'da tıbbın ulaşmış olduğu gelişmişlik düzeyi oldukça şaşırtıcıdır. Kazılarda ele geçen bulgular, arkeologların yanı sıra bir sürü tarihçiyi de hayrete düşürmüştür. Çünkü hiçbir tarihçi MÖ. 3000'lerde yaşamış eski bir medeniyetten böylesine gelişmiş bir teknoloji beklemiyordu.
Bugün X-ışınları kullanılarak, mumyalar üstünde meydana getirilen incelemeler sonucunda Antik Mısır'da beynimiz ameliyatlarının yapılmış olduğu anlaşılmıştır. üstelik bu ameliyatlar oldukça ustalaşmış yöntemler kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Cerrahi operasyon geçirmiş mumyaların kafatasları incelendiğinde, ameliyat yerlerinin düzgünce kesilmiş olduğu görülmektedir. Hatta bu insanların ameliyattan sonrasında hayatta kaldıklarını ispatlayan, kaynamış kafatası kemiklerine rastlanmıştır.
Gösterim: 252
Boyut: 36.9 KB" style="max-width:100%;margin: 2px;"/>
Boyut: 36.9 KB" style="max-width:100%;margin: 2px;"/>
Gösterim: 226
Boyut: 19.9 KB" style="max-width:100%;margin: 2px;"/>
Mısır Firavunu Tutankhamun'un cesedi, içiçe geçen iki tabut içinde muhafaza ediliyordu.
İlk ilkin ölünün iç organları dışarı çıkarılır, burundan beynimiz alınır, vücut sterilize edilir ve gövde natron denilen bir madde ile sarılıp 40 gün bekletilirdi. (Natron; sodyum karbonat, sodyum bikarbonat ve sodyum kloridle, sodyum sülfatın karışımından oluşan bir maddedir.) Bir süre sonra bu madde vücuttan çıkarılır, kol ve bacaklar şeklinde vücudun eklemli bölgeleri balçık ya da kumla sarılmış olur, sonrasında gövde reçineye batırılmış ketenle, kokulu bir tür sarı sakızla ve tarçınla sarılırdı. Bir tür merhemin vücuda sürülmesinden sonrasında da ince bir keten tülle örtülürdü.
Mısırlılar mumyalama tekniklerini yalnız insanlarda değildir, değişik hayvanlarda da denemişlerdir. Antik Mısır'da tıbbın oldukça gelişmiş olduğu, ele geçen arkeolojik buluntulardan ve bilhassa mumyalama tekniklerinden açıkça anlaşılmaktadır. Bununla birlikte unutmamak gerekir ki, vücudun şeklini bozmadan, ölünün tüm iç organlarını çıkartarak mumyalamaları, bu işi icra eden insanların, her organın yerini bilecek bir anatomi bilgisine haiz olduklarını göstermektedir.
Mumyalamanın haricinde Mısırlılar tarafınca 5000 yıl ilkin kullanılmış olan bir sürü tıbbi teknik ve alet de meydana getirilen araştırmalarda gün ışığına çıkarılmıştır. Bu mevzuyla ilgili bir çok detay sıralayabiliriz:
-Mısır'da tıpla ilgilenen rahipler, tapınaklarda her türlü hastalığı tedavi ediyorlardı. Mısırlı doktorlar, günümüzdeki şeklinde türlü alanlarda uzmanlaşmışlardı. Her doktorun kendine ait bir branşı vardı. Göz doktorlarından, dişçilere kadar her mevzuda ihtisaslaşmış hekimler hizmet veriyordu.
-Mısır'da doktorlar, devlet denetimindeydiler. Eğer hastası iyileşmezse, ya da ölürse devlet bu hatanın sebeplerini soruşturur ve doktorun kullandığı yöntemin kurallara uygun olup olmadığını öğrenirdi. Tedavi esnasında bir ihmalkarlık yapılmışsa, bu vaziyet tespit edilir ve doktora kanunlar etrafında ceza verilirdi.
-Tapınakların her birisi, ilaçların hazırlandığı ve depolandığı tam teçhizatlı bir laboratuvara sahipti.
Gösterim: 256
Boyut: 36.1 KB" style="max-width:100%;margin: 2px;"/>
Smith papirüsü - Bu papirüste, antik Mısırlıların, ketenden yapılmış yara ve sargı bantları kullandıkları anlatılmaktadır.
-Malum ilk eczacılık uygulamaları, bandaj ve kompres kullanımı örneklerine Mısır'da rastlanmıştır. Smith Papirüsü'nde, keten bezinden meydana getirilen yapışkan bantların yaraları kapamada ne şekilde kullanıldığından bahsedilmektedir. Keten bez, bunun haricinde bandaj için de uygun bir malzemeydi.
-Arkeolojik bulgulardan, tıbbi uygulamaların tamamına ait ayrıntılı bir tablo ele geçmiştir. Bununla birlikte, her birisi kendi faaliyetinde ihtisaslaşmış 100'den fazla doktorun adı ve ünvanı da bulunmuştur.
-Bununla birlikte Kom Ombo'daki bir başka mabet duvarındaki rölyefin içine oyuk açılmış ve buraya cerrahi aletlerin kutusu yerleştirilmiştir. Bu kutunun içinde büyük metal bir makas, cerrahi bıçaklar, testereler, sondalar, spatulalar, minik kancalar ve pensler mevcuttu.
-Teknikler çok sayıda ve çok çeşitliydi. Kırıklar, çatlaklar tam olarak oturtuluyor, kırık tahtaları kullanılıyor ve yaralar dikişle kapatılıyordu. Mumyaların çoğunda çok başarı göstermiş bir şekilde tedavi edilmiş kırıklara rastlamak mümkündür.
-Mumyalarda herhangi bir cerrahi dikiş izine rastlanmamasına karşın yara dikilmesi ile ilgili Smith Papirüsü'nde (bu papirüsün tamamı tıpla ilgilidir) on üç referans mevcuttur. Bu, Mısırlıların güzel duyu yara dikimini de başarmış olduklarına işaret etmektedir. Yara dikiminde keten iplik kullanılıyordu. İğneler ise muhtemelen bakırdandı.
-Mısırlı doktorlar, steril yaralar ile enfeksiyonlu yaraları ayırt edebiliyorlardı. Enfeksiyonlu yaraların temizlenmesinde keçi yağı, köknar yağı ve ezilmiş bezelyeden oluşan bir karışım kullanıyorlardı. -Penisilin ve antibiyotiğin bulunuşu oldukça yenidir. Fakat Eski Mısırlılar söz konusu tedavilerin ilk organik versiyonlarını kullanıyorlardı. Bununla birlikte, Mısırlılar antibiyotiğin değişik türlerini biliyorlardı. Belirgin türdeki hastalıklara uygun reçeteleri yazıyorlardı.
Görüldüğü şeklinde Mısır uygarlığı tıp mevzusunda oldukça mühim adımlar atmış, tedavi sistemleri,metotları geliştirmiş, uzman doktorlar yetiştirmiştir. Meydana getirilen kazılarda, tıp faaliyetinde sağlanan bu mühim başarıların yanı sıra, Mısırlıların kent planlamacılığı ve mimari şeklinde mevzularla da çok ilgili oldukları ortaya çıkmıştır.
Tıp Zamanı IV
Hint Tıbbı
Hint tıbbı, başlangıcından itibaren Hint felsefesi ve kozmolojisiyle iç içe gelişmiştir. Onlara bakılırsa, diri varlıklar evrenin minik bir modelidir ve doğadaki başka varlıklar şeklinde, toprak, su, hava, ateş ve eterden meydana gelmiştir. M.Ö. üçüncü yüzyıldan itibaren gelişen tıpla ilgili sistemler mevzuya yeni nazar açıları getirmiştir. Bunlardan biride Yoga Okulu, sıhhatli olabilmek için gövde disiplinin yanı sıra, zihin disiplinini de koşul koşarken, gene aynı dönemlerde ortaya atılan bir başka görüş, gövde yapısının temelde kimyasal esaslara dayandığını, bu nedenle tedavinin de aynı esaslara dayanması gerektiği tezini savunmuştur.
En eski Hindu tıp eseri, İ.Ö. 4 yy'dan kalan Bower elyazmasıdır. Bu el yazması, bir ilaç sıralaması ile bunların iyi mi kullanılacağına ilişkin detayları içermektedir. Bu tür durumlar, daha sonraki eserlerde, bilhassa İ.Ö ikincisi, yüzyıla yerleştirilen Charaka adlı tıp eserlerinde ve ameliyatlar üstüne temel bir yapıt olan ve beşinci yüzyıldan kalan Susruta'da verilmişlerdir. Daha sonraki eserler de Grek larına dayanmaktadır.
Ör: Charaka, Aristotales'den alınma, tasımsal (syllogical) akıl yürütme kurallarını vermektedir. Charaka, insan vücudunda üç yaşamsal süreç ayırt etmektedir.
1- Göbek, alt kısmındaki bölümde havanın işlemleri,
2- Göbek ile kalp arasındaki bölgeyi denetim eden safra
3- Kalp üstündeki balgam tesiri
Bu yaşamsal süreçler, kilüs, kan, et, yağ, kemik, ilik ve meniden oluşan, yedi ilkel maddeyi meydana getiriyordu. Sıhhat bu yedi ilkel maddenin niceliksel uyuşumuna bağlı olup, bunun herhangi bir bozukluğa, hastalığa sebep olur.
- Ameliyat kitabı olan Susrata, Charaka'ya bakılırsa üstündü. Orada, 121 değişik ameliyat aleti tanım edilmekte ve çağıl zamanlardan ilkin malum ameliyatların büyük bölümü hakkında bilgi verilmektedir. Malarya ile sivrisinek arasındaki ilişki, şeker hastalarnın çıkardığı tatlı idrar, Susruta' da mevcuttur.
Hint Tıbbı
Hint tıbbı, başlangıcından itibaren Hint felsefesi ve kozmolojisiyle iç içe gelişmiştir. Onlara bakılırsa, diri varlıklar evrenin minik bir modelidir ve doğadaki başka varlıklar şeklinde, toprak, su, hava, ateş ve eterden meydana gelmiştir. M.Ö. üçüncü yüzyıldan itibaren gelişen tıpla ilgili sistemler mevzuya yeni nazar açıları getirmiştir. Bunlardan biride Yoga Okulu, sıhhatli olabilmek için gövde disiplinin yanı sıra, zihin disiplinini de koşul koşarken, gene aynı dönemlerde ortaya atılan bir başka görüş, gövde yapısının temelde kimyasal esaslara dayandığını, bu nedenle tedavinin de aynı esaslara dayanması gerektiği tezini savunmuştur.
En eski Hindu tıp eseri, İ.Ö. 4 yy'dan kalan Bower elyazmasıdır. Bu el yazması, bir ilaç sıralaması ile bunların iyi mi kullanılacağına ilişkin detayları içermektedir. Bu tür durumlar, daha sonraki eserlerde, bilhassa İ.Ö ikincisi, yüzyıla yerleştirilen Charaka adlı tıp eserlerinde ve ameliyatlar üstüne temel bir yapıt olan ve beşinci yüzyıldan kalan Susruta'da verilmişlerdir. Daha sonraki eserler de Grek larına dayanmaktadır.
Ör: Charaka, Aristotales'den alınma, tasımsal (syllogical) akıl yürütme kurallarını vermektedir. Charaka, insan vücudunda üç yaşamsal süreç ayırt etmektedir.
1- Göbek, alt kısmındaki bölümde havanın işlemleri,
2- Göbek ile kalp arasındaki bölgeyi denetim eden safra
3- Kalp üstündeki balgam tesiri
Bu yaşamsal süreçler, kilüs, kan, et, yağ, kemik, ilik ve meniden oluşan, yedi ilkel maddeyi meydana getiriyordu. Sıhhat bu yedi ilkel maddenin niceliksel uyuşumuna bağlı olup, bunun herhangi bir bozukluğa, hastalığa sebep olur.
- Ameliyat kitabı olan Susrata, Charaka'ya bakılırsa üstündü. Orada, 121 değişik ameliyat aleti tanım edilmekte ve çağıl zamanlardan ilkin malum ameliyatların büyük bölümü hakkında bilgi verilmektedir. Malarya ile sivrisinek arasındaki ilişki, şeker hastalarnın çıkardığı tatlı idrar, Susruta' da mevcuttur.
Eski Mısırlılar'da Gebelik Testi
Mısır'da 1898 senesinde Sir Flinder Petrie adlı ilim adamının ortaya çıkarttığı Kahoun Papirüsü ile 1862 senesinde bulunan Smith Papirüsü ve 1873 senesinde bulunan Ebers Papirüsü'nde gebelik, idrar hastalıkları, varisler ve gebelik testleriyle ilgili bilgiler yer ediniyor. Müzelerde sergilenen papirüslerde yer edinen bilgilere bakılırsa, hamile şüphesi olan bir karı her gün sabah idrarıyla birisi buğday, öbürü arpa dolu iki torbayı sularmış. Hamilelik şüphesi olmayan bir başka hanım da gene ayrı ayrı buğday ve arpa torbalarını idrarıyla sularmış. Hamilelik şüphesi olan kadının idrarla suladığı buğday ve arpa dolu torbalar, başka kadının suladığı torbalardan kısa süre önce çimlenirse, hamile olduğu anlaşılırmış. İki kadının suladığı buğday ve arpalar aynı anda çimlenirse hamilelik olmadığı ortaya çıkarmış. Hamile olan hanımefendilerin sabah idrarlarında çok fazla oranda hormon bulunmuş olduğu için, buğday ve arpa torbaları başka düzgüsel idrarlarla sulananlardan daha ilkin yeşerirmiş. Günümüzde meyve ve sebzenin daha erken sürede yetiştirilmesi için hormon kullanılması da aynı yöntemin bir benzeridir.
Bebeğin Cinsiyeti
Mısırlıların kullandığı yöntemde, doğacak bebeğin cinsiyeti de evvelde tesbit edilebiliyordu. Hamile kadının idrarıyla sulanan tohumlardan, buğday taneleri kısa süre önce filizlenirse bebeğin adam, arpa taneleri kısa süre önce filizlenirse bebeğin kız olacağı anlaşılıyordu.
Prof. Julias Manger, 1933 senesinde laboratuvarda kutuların içinde kurutma kağıtları üstüne yerleştirdiği buğday ve arpa tanelerini, idrarla sulayıp, Mısırlıların kullandığı gebelik ve cinsiyet belirleme yönteminin doğruluğunu kanıtlama etmiştir. Günümüzde kullanılan gebelik testleri de, kadının idrarındaki hormon sayısının yoğunluğuna bakılırsa netice verir ve aynı esaslara bakılırsa uygulanır.
Prof. Dr. Hulusi Köker de, Mısırlıların kullandığı gebelik testi yönteminin bilimsel olarak doğrulandığını ve hatta bebeğin cinsiyetinin de aynı yöntemle belirlenebildiğini onaylıyor.
Doğum Kontrolü
Mısırlılar, hanımda kısırlığın tespiti için rahim ağzına (uteris) akşam yatarken sarmısak ya da soğan yerleştirmişler. Sabah hanım uyandığında genzinde sarmısak ya da soğan kokusu duyarsa tüplerinin açık olduğu ve hamile kalmasına bir engelin olmadığı anlaşılırmış. Koku duyulmazsa kadının tüplerinin kapalı olduğu, bundan dolayı hamile kalamayacağı bilinirmiş. Bununla birlikte kadının rahminin içine paslanmayan metallerden olan altın ya da gümüş yüzük konularak gebelik önlenirmiş. Arap kervancılar da bu yöntemi öğrenip, uzun çöl seyahatlerinde dişi develerin hamile kalmalarını önlemek için rahimlerinin içine temizlenmiş çakıl taşı doldururlarmış.
Tıbbın Kökeni Antik Mısır'da
Eski Mısır'da tıbbın ulaşmış olduğu gelişmişlik düzeyi oldukça şaşırtıcıdır. Kazılarda ele geçen bulgular, arkeologların yanı sıra bir sürü tarihçiyi de hayrete düşürmüştür. Çünkü hiçbir tarihçi MÖ. 3000'lerde yaşamış eski bir medeniyetten böylesine gelişmiş bir teknoloji beklemiyordu.
Bugün X-ışınları kullanılarak, mumyalar üstünde meydana getirilen incelemeler sonucunda Antik Mısır'da beynimiz ameliyatlarının yapılmış olduğu anlaşılmıştır. üstelik bu ameliyatlar oldukça ustalaşmış yöntemler kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Cerrahi operasyon geçirmiş mumyaların kafatasları incelendiğinde, ameliyat yerlerinin düzgünce kesilmiş olduğu görülmektedir. Hatta bu insanların ameliyattan sonrasında hayatta kaldıklarını ispatlayan, kaynamış kafatası kemiklerine rastlanmıştır.
Başka bir örnek ise bir takım ilaçlarla ilgilidir. 19. yüzyılda oldukça süratli bir ilerleme kaydeden deneysel ilim sonucunda tıp faaliyetinde da büyük gelişmeler oldu. Antibiyotiğin keşfi de bu yüzyıldaki gelişmelerden biridir. Aslen bunlara "ortaya çıkarıldı" demek hata olur, çünkü bu tekniklerin büyük bir kısımı Antik Mısır'da aslına bakarsanız kullanılıyordu.
Mısır Firavunu Tutankhamun'un cesedi, içiçe geçen iki tabut içinde muhafaza ediliyordu.
Mısırlıların tıp ve anatomide ne kadar ileride olduklarını gösteren en mühim eserlerden birisi de, kuşkusuz geride bıraktıkları mumyalardır. Mısırlılar mumyalama mevzusunda yüzlerce değişik teknik kullanmışlardır.
Cansız bedenin binlerce yıl bozulmadan saklanabilmesine olanak elde eden mumyalama işlemi, aslen oldukça karmaşık bir işlemdir. Bu mevzuda Mısırlıların kullandığı teknik özetle şu şekildedir: İlk ilkin ölünün iç organları dışarı çıkarılır, burundan beynimiz alınır, vücut sterilize edilir ve gövde natron denilen bir madde ile sarılıp 40 gün bekletilirdi. (Natron; sodyum karbonat, sodyum bikarbonat ve sodyum kloridle, sodyum sülfatın karışımından oluşan bir maddedir.) Bir süre sonra bu madde vücuttan çıkarılır, kol ve bacaklar şeklinde vücudun eklemli bölgeleri balçık ya da kumla sarılmış olur, sonrasında gövde reçineye batırılmış ketenle, kokulu bir tür sarı sakızla ve tarçınla sarılırdı. Bir tür merhemin vücuda sürülmesinden sonrasında da ince bir keten tülle örtülürdü.
Mısırlılar mumyalama tekniklerini yalnız insanlarda değildir, değişik hayvanlarda da denemişlerdir. Antik Mısır'da tıbbın oldukça gelişmiş olduğu, ele geçen arkeolojik buluntulardan ve bilhassa mumyalama tekniklerinden açıkça anlaşılmaktadır. Bununla birlikte unutmamak gerekir ki, vücudun şeklini bozmadan, ölünün tüm iç organlarını çıkartarak mumyalamaları, bu işi icra eden insanların, her organın yerini bilecek bir anatomi bilgisine haiz olduklarını göstermektedir.
Mumyalamanın haricinde Mısırlılar tarafınca 5000 yıl ilkin kullanılmış olan bir sürü tıbbi teknik ve alet de meydana getirilen araştırmalarda gün ışığına çıkarılmıştır. Bu mevzuyla ilgili bir çok detay sıralayabiliriz:Görüldüğü şeklinde Mısır uygarlığı tıp mevzusunda oldukça mühim adımlar atmış, tedavi sistemleri,metotları geliştirmiş, uzman doktorlar yetiştirmiştir. Meydana getirilen kazılarda, tıp faaliyetinde sağlanan bu mühim başarıların yanı sıra, Mısırlıların kent planlamacılığı ve mimari şeklinde mevzularla da çok ilgili oldukları ortaya çıkmıştır.
- -Mısır'da tıpla ilgilenen rahipler, tapınaklarda türlü hastalıkları tedavi ediyorlardı. Mısırlı doktorlar, günümüzdeki şeklinde değişik alanlarda uzmanlaşmışlardı. Her doktorun kendine ait bir branşı vardı. Göz doktorlarından, dişçilere kadar her mevzuda ihtisaslaşmış hekimler hizmet veriyordu.
- -Mısır'da doktorlar, devlet denetimindeydiler. Eğer hastası iyileşmezse, ya da ölürse devlet bu hatanın sebeplerini soruşturur ve doktorun kullandığı yöntemin kurallara uygun olup olmadığını öğrenirdi. Tedavi esnasında bir ihmalkarlık yapılmışsa, bu vaziyet tespit edilir ve doktora kanunlar etrafında ceza verilirdi.
- Smith papirüsü - Bu papirüste, Antik Mısırlıların, ketenden yapılmış yara ve sargı bantları kullandıkları anlatılmaktadır.
- -Tapınakların her birisi, ilaçların hazırlandığı ve depolandığı tam teçhizatlı bir laboratuvara sahipti.
- -Malum ilk eczacılık uygulamaları, bandaj ve kompres kullanımı örneklerine Mısır'da rastlanmıştır. Smith Papirüsü'nde, keten bezinden meydana getirilen yapışkan bantların yaraları kapamada ne şekilde kullanıldığından bahsedilmektedir. Keten bez, bunun haricinde bandaj için de uygun bir malzemeydi.
- -Arkeolojik bulgulardan, Mısır'daki tıbbi uygulamaların tamamına ait ayrıntılı bir tablo ele geçmiştir. Bununla birlikte, her birisi kendi faaliyetinde ihtisaslaşmış 100'den fazla doktorun adı ve ünvanı da bulunmuştur.
- -Bununla birlikte Kom Ombo'daki bir başka mabet duvarındaki rölyefin içine oyuk açılmış ve buraya cerrahi aletlerin kutusu yerleştirilmiştir. Bu kutunun içinde büyük metal bir makas, cerrahi bıçaklar, testereler, sondalar, spatulalar, minik kancalar ve pensler mevcuttu.
- -Teknikler çok sayıda ve çok çeşitliydi. Kırıklar, çatlaklar tam olarak oturtuluyor, kırık tahtaları kullanılıyor ve yaralar dikişle kapatılıyordu. Mumyaların çoğunda çok başarı göstermiş bir şekilde tedavi edilmiş kırıklara rastlamak mümkündür.
- -Mumyalarda herhangi bir cerrahi dikiş izine rastlanmamasına karşın yara dikilmesi ile ilgili Smith Papirüsü'nde (bu papirüsün tamamı tıpla ilgilidir) on üç referans mevcuttur. Bu, Mısırlıların güzel duyu yara dikimini de başarmış olduklarına işaret etmektedir. Yara dikiminde keten iplik kullanılıyordu. İğneler ise muhtemelen bakırdandı.
- -Mısırlı doktorlar, steril yaralar ile enfeksiyonlu yaraları ayırt edebiliyorlardı. Enfeksiyonlu yaraların temizlenmesinde keçi yağı, köknar yağı ve ezilmiş bezelyeden oluşan bir karışım kullanıyorlardı.
- -Penisilin ve antibiyotiğin bulunuşu oldukça yenidir. Fakat Eski Mısırlılar söz konusu tedavilerin ilk organik versiyonlarını kullanıyorlardı. Bununla birlikte, Mısırlılar antibiyotiğin değişik türlerini biliyorlardı. Belirgin türdeki hastalıklara uygun reçeteleri yazıyorlardı.
Tıp Nedir? Tıp Bilimi Hakkında
Mühendislik Bilimi ve Zamanı
Mısırlılarda tıp ve eczacılık bilimi hakkında bilgi verir misiniz?
Kaynak:msxlabs.org
YORUMLAR