ALPHONSE DAUDET DEÄİRMENİMDEN MEKTUPLAR (Lettres de Mon Moulin) Çeviren: Sabri Esat Siyavuşgil ÖNSÖZ "Pampérigouste'ta oturan not...
DEÄİRMENİMDEN MEKTUPLAR
(Lettres de Mon Moulin)
Çeviren: Sabri Esat Siyavuşgil
ÖNSÖZ
"Pampérigouste'ta oturan noter Honorat Grapazi'nin önünde,
Vivette Cornille'in kocası ve Cigalières'de çiftçilikle uğraşıp gene aynı yerde oturan Bay Gaspard Mitifio,
İşbu satış senedi gereğince, Paris'te oturan ve şu anda burada bulunan ozan Bay Alphonse Daudet'ye Rhöne koyağında, Provence'ın göbeğinde, yemyeşil çam ve meşe ağaçlarıyla kaplı bir yamaç üstünde bulunan bir un ve yel değirmenini, tüm hukuksal ve fiili güvenceleri altında ve her tür borç, imtiyaz ve tutudan uzak olarak sattığını ve teslim eylediğini ve kanatlarının ucuna değin çıkan yabanıl asma, yosun, biberiye ve diğeri asalak bitkilerden de anlaşılacağı suretiyle, sözü geçen değirmenin yirmi yılı aşkın bir zamandan bu yana bırakılmış ve öğütme özelliğinden tümüyle yoksun bulunduğunu,
Buna rağmen Bay Alphonse Daudet'nin sözü geçen değirmeni, kırık bulunan büyük çarkı ve tuğlaları arasından ot biten düzlüğüyle, olduğu ve bulunmuş olduğu benzer biçimde isteğine ve şairlik çalışmasına uygun bulunduğunu ifade ederek satıcıya karşı hiçbir vazgeçme hakkı olamamak ve yapılması ihtimaller içinde onarım için yararı ve hasarı kendisinin olmak koşuluyla kabul ettiğini,
Bu satışın iki tarafça anlaşılan fiyat üstünden ozan Bay Alphonse Daudet tarafınca noterlik yazıhanesi üzerine konan geçer akçayla hesap edilmiş bedelin, alt tarafta imzaları bulunan noterlerle tanıkların gözleri önünde ve alındı karşılığında, Bay Mitifio tarafınca tümüyle alınarak yapılmış bulunduğunu,
İşbu işlemin Pampérigouste'ta, noter Honorat'nın işyerinde, fifreci Francet Mamai ile ak cüppeli tövbe etmişlerin haç taşıyıcısı Quique takma adıyla tanınan Louiset'nin yanında yapıldığını,
Ve senedin okunarak taraflar ve noterce imzalandığını..."
YERLEŞME
Buna en fazlaca şaşanlar tavşanlar oldu! Değirmenin kapısını kapalı ve duvarlarla öndeki düzlüğü otlar bürümüş nazaran nazaran, sonunda değirmencilerin kökü kurudu sanmışlar ve yeri uygun bularak, burasını tıpkı bir karargaha, stratejik bir üse dönüştürmüşlerdi. Burası sanki tavşanların Jemmapes değirmeni olmuştu. Geldiğim gün, ekranda görülen pencereden, abartısız yirmi kadarı, çepeçevre düzlüğe oturmuş, ön ayaklarını ay ışığına uzatıp ısınmaktaydılar. Pencereyi aralar aralamaz, fırt! Tüm ordugah bozguna uğradı ve kuyruk havada, tüm o minik ak kıçlar, haydi fundalığa. Ümit ederim, gene gelirler.
Beni görünce şaşıranlardan birisi de, yirmi yıldan bu yana değirmende oturan, birinci katın kiracısı, düşünür tavırlı, yaşlı ve korkulu bir baykuş oldu. Kendisini yukarıki odada, ana milin üstünde, sıva ve kiremit parçaları içinde dimdik ve kıpırtısız buldum. Bana yuvarlak gözleriyle bir an baktı, sonrasında beni yabancı bulmuş olacak ki, "Hu! Hu!" demeye ve tozdan kurşuni bir renk almış kanatlarını güçlükle çırpmaya başladı. Ah, bu düşünürler! Fırça nedir, bilmezler!... Her neyse, bu kırpışık gözlü ve asık yüzlü sessiz kiracı, bu haliyle hepsinden çok hoşuma gitti. Ben de derhal kira sözleşmesini yeniledim. Eskisi benzer biçimde değirmenin tüm üst katı, çatıdaki girişiyle beraber, onun olacak. Bana da alt kattaki ak badanalı, tıpkı bir manastır yemekhanesi benzer biçimde basık ve kemerli minik oda kalıyor.
***
İşte size oradan yazıyorum. Kapım ardına dek açık, çevre günlük güneşlik. Işık içinde, pırıl pırıl, güzel bir çam korusu, karşımda, yamacın eteklerine uzanıyor... Ufukta Ufak Alpler'in zarif tepeleri görünüyor... Çıt yok... Ama uzaktan uzağa bir kaval sesi, lavanta çiçekleri arasından bir kurlinin ötüşü, yoldan da bir katır çıngırağı... Tüm bu güzel Provence görünümü, fakat ışıkla can buluyor.
Bundan böyle, iyi mi olur da ben, sizin o gürültülü ve karanlık Parisinizi özlerim! Değirmenimden o şekilde hoşnutum ki! Burası tam istediğim benzer biçimde, gazetelerden, paytonlardan, sisten fersah fersah uzakta, güzel kokulu, ılık bir köşe! Çevremde ne güzel şeyler var! Hemen hemen yerleşeli sekiz gün olmadan, içim hatıra ve izlenimlerle dolup taşıyor... Bakın, daha dün akşam yamacın eteğindeki bir çiftliğe sürülerin dönüşünü seyrettim. Vallahi bu hafta içinde Paris tiyatrolarında taze taze gördüğünüz tüm o oyunlara bu görünümü değişmem. Siz hak verin!
Şunu bilin ki, Provence'ta sıcaklar başlayınca, davarı Alplere göndermek görenektir. Hayvanlar ve insanoğlu bir arada, yukarıda açık havada, bellerine değin ota gömülü, beş altı ay kalır; sonrasında, güzün ilk serinliğinde çiftliğe inilir ve biberiye kokan boz tepeciklerde uslu uslu otlanır. Evet, dün akşam sürüler dönüyordu; sabahtan bu yana çiftlik kapısının iki kanadı da ardına dek açıktı, ağıllar taze samanla doluydu. Hepimiz, saat başlangıcında, birbirine "Şimdi Eyguières'e varmışlardır; şimdi Paradou'dadırlar," diyordu. Sonunda akşama doğru, "İşte göründüler!" diye bağrışıldı. Bundan böyle ta uzakta, sürünün bir toz bulutu içinde yaklaştığını görüyoruz. Sanki tüm yol sürüyle beraber yürüyor benzer biçimde.
Başta tos vurur benzer biçimde boynuzlarını uzatmış, yaban yaban, yaşlı koçlar yürüyor, arkada da yavrulamışları belli bir miktar bezgin, kuzuları ayak altında, tüm koyun sürüsü geliyordu. Sonrasında bir günlük kuzuları küfede sallaya sallaya taşıyan kırmızı ponponlu katırlar, sonrasında dilleri bir karış sarkmış, kan ter içinde çomarlar, bir süre sonra da harmani benzer biçimde topuklarına dek inen devetüyü renginde abalarına bürünmüş iki kabadayı çoban.
Tüm bu topluluk, keyifli keyifli önümüzden geçiyor; bir sağanak gürültüsüyle yeri çiğneye çiğneye kapıdan içeri dalıyordu. Evimizdeki telaşı görmeliydiniz! Sorguçlu ve yeşilli, yaldızlı devasa tavuslar, tünekleri üstünde, gelenleri tanıdılar ve korkulu bir boru sesiyle karşıladılar. Kümes halkının uykusu başına sıçradı, hepimiz ayakta: Güvercinler, beçtavukları, ördekler, hindiler, hepsi... Tüm kümes çılgına döndü, tavuklar sabahlamayı akıllarına koymuşlar!.. Sanki her koyun kendi postunda yabanıl bir Alp kokusu ve dağların o insanı sarhoş eden ve zıp zıp oynatan keskin havasından belli bir miktar getirmiş.
İşte bu şekilde bir gürültü patırtı içinde, sürü yerine yerleşiyordu. Bu iyi mi da hoş bir yerleşme. Eski yemliklerini görünce, yaşlı koçların gözleri sulanıyor, kuzular, miniminileri, yolda doğup da çiftliği asla görmemiş olanları, şaşkın şaşkın, çevrelerine bakınıyorlardı.
Ama en dokunaklısı, köpeklerin haliydi: O sürünün çevresinde harıl harıl koşup duran ve çiftlikte gözleri sürüden başka bir şey görmeyen babacan çoban köpekleri!.. Evin köpeği, kulübesinden istediği kadar kendilerini çağırsın, kuyunun ağzına dek soğuk suyla dolu kovası, istediği kadar onlara işaret etsin; boşuna! Onlar, sürü ağıla girmedikçe, minik çit kapısının sürgüsü sürülmedikçe ve çobanlar alçak tavanlı yemekhanede sofra başına oturmadıkça, hiçbir şeye kulak asmıyorlar. Ama o süre kulübelerine girmeye razı oluyorlar ve tiritlerini yalayıp yutarken, o kurtların gezdiği ve ağızlarına dek çiğle dolu kıpkırmızı, koskocaman yüksük otlarının bulunmuş olduğu karanlık diyarda neler yaptıklarını anlatıyorlar.
BEAUCAIRE YOLCU ARABASI
Buraya geldiğim gündü. Pek o şekilde uzun boylu yollara düşmeden arabalığına dönüvermek olanağı varken, sırf çok uzaklardan geliyormuş duygusunu vermek için, yol süresince salına salına dolaşan köhne bir salapuryaya, doğrusu Beaucaire yolcu otomobiline binmiştim. Üst katta, arabacıdan başka, beş kişiydik.
Ilkin, kısa boylu, tıknaz, kıllı, yabanıl hayvan kokan, iri gözleri kan çanağı, kulaklarında gümüş küpelerle bir Camargue korucusu, sonrasında iki Beaucaireli ekmekçiyle hamurcusu, ikisi de kıpkırmızı, tıknefes, ama taraftan bakılınca profil görkemli, sanki Vitellius'un suratı kazınmış iki Roma madalyası... Bundan başka, en önde, arabacının yanında bir adam... Yoo, özür dilerim; bir kasket... Ağzını açmadan, mutsuz mutsuz yola bakan, tavşan derisinden devasa bir kasket.
Tüm bu adamlar birbirlerini tanıyorlar ve asla çekinmeden, yüksek sesle kendi işlerinden söz ediyorlardı. Camarguelı biri, bir çobana yaba salladı diye, Nimes'daki sorgu yargıcının karşısına çıkarıldığını ve oradan döndüğünü anlatıyordu. Eh, Camarguelıların kanı kaynar doğrusu... Ya Beaucairelilerinki? Az kalsın Meryem Ana yüzünden birbirlerini boğazlayacaklardı. Sanırım ekmekçi, Provencelıların öteden bu yana "Anacık" dedikleri, hani o İsa evladı kollarında taşıyan Meryem Ana'ya bağlı kilisenin bağlılarındanmış. Hamurcusuysa, tersine, erden Meryem'e, hani kolları sarkık, ellerinden ışık saçan ve gülümseyen o güzel betime [tasvire] adanmış yepyeni bir kilisede tanrısal okurmuş. İşte kavganın sebebi buydu. Bu iki sofu katoliğin, birbirlerine ve Meryem Analarına sövmeleri, aslolan görülecek şeydi:
- O senin erden söylediğin karının maşallahı vardır!
- Haydi sen de be! Sen de anacığının turşusunu kur!
- Seninki Filistin'de az mı fındık kırdı!
- Ya seninki?.. Hah, hah, bırak şu karıyı! Kim bilir ne haltlar etmiştir. İstersen bir sor bakalım, Yusuf Neccar'a!...
Bir bıçak bıçağa gelmedikleri kalmıştı. Hani o da olsaydı, insan kendini Napoli rıhtımlarında sanacaktı. Arabacı işe karışmasaydı, kim bilir bu güzel din tartışmasının sonu kötüye varacaktı. Bolluk versin arabacıya. Beaucairelilere gülerek:
- Geçin canım! Şu Meryem Ananızla kafa şişirmeyin! Bu tür şeyler, karı dedikodusu, karı. Erkekler bu şekilde şeylere karışmaz! dedi ve her şeyden kuşkulanan bir adam tavrıyla kırbacını şaklattı. Onun bu hali, herkesi kendisine hak verdirdi.
Münakaşa kesilmişti, ama bir kez coşmuş olan ekmekçi, içinde kalanları da şöyleki bir boşaltmak istiyordu. Tuttu, köşesinde sessiz ve üzünçlü oturup duran zavallı kaskete, alaycı bir tavırla:
- Ya senin karı, bileyci?... dedi, seninkinin Meryem Anası, hangisi?
Bu tümcede pek komik bir cinas olmalı ki, tüm üst kattakiler hep aniden, bastılar kahkahayı... Bileyci, gülmüyordu; sanki işitmemiş gibiydi. Ekmekçi, bu hali görünce, bana döndü:
- Karısını bilmezsiniz, değildir mi mösyö? Tuhaf karıdır vesselam! Beaucaire'de bir eşi daha yoktur.
Gülüşmeler arttı. Bileyci kıpırdamadı dahi. Yalnız, başını kaldırmadan, yavaşça:
- Sus be ekmekçi! demekle kaldı.
Ama bu hınzır ekmekçinin susmaya gönlü yoktu, tekrardan tutturdu:
- Aman Allah! Bu şekilde bir karısı olan herifin acınacak nesi var? İnsanın öylesiyle canı sıkılır mı asla? Değildir mi ya?.. Yosmayı her altı ayda bir kaçırırlar. Dönüşte de size kucak dolusu öyküler anlatır... Hem canım, o şekilde karı kocalığa can kurban! Bakın, mösyö, daha evleneli bir sene olmuştu ki, hop, karı bir çikolata tüccarıyla İspanya'ya kapağı attı. Kocası evinde yapayalnız kaldı. Zamanını ağlamakla, kafayı çekmekle geçirdi. Bir süre sonrasında, gördük ki yosma, İspanyol kılığında, elinde bir zilli tef, memlekete dönmüş! Kendisine!
- Aman! dedik, saklan; herif seni öldürecek!..
Öldürmek ha!.. Allah için!.. Kuzu kuzu gene karı koca oldular. Karı tuttu, kendisine zilli tef çalmayı dahi öğretti.
Gene kahkahalar koptu. Bileyci, köşesinde, gene başını kaldırmadan mırıldandı:
- Sus be ekmekçi!
Ekmekçi aldırmadı, sürdürdü konuşmasını:
- Kim bilir bu yosma, İspanya'dan döndükten sonrasında, bundan böyle hanım hanımcık evinde oturdu, sanırsınız ha!.. Yok efendim, ne münasebet!.. Kocası işi tatlıya bağlamıştı ya! Karı gene azdı. İspanyol'dan sonrasında, bir subay peydahladı, sonrasında Rhône'da sandalcılık eden bir herif, bir süre sonra bir çalgıcı, bir süre sonra... gene biri!.. Aslolan işin hoş yanı, her seferinde aynı komedi. Karı gitti mi, seninki ağlar; bir de dönerek geldi mi, çektiklerini çabucak unutur. Daima karıyı kaçırırlar, her seferinde herif gene kabul eder. Doğrusunu söyleyeyim, karı da karıdır ha! Lokman hekimin ye söylediği!.. Şirin, kıvrak, fıkırdak mı fıkırdak; üstelik süt benzer biçimde bir ten, adam görmüş oldu mü, derhal gülüveren ela ela gözler... Sözün kısası, Parisli mösyö, Beaucaire'e yolunuz düşerse...
Zavallı bileyci, yürek paralayan bir sesle:
- Ah, sus be ekmekçi! dedi. Yalvarırım sana...
Tam o sırada otomobil durdu. Anglores Çiftliği'ne varmıştık, Beucairelilerin ikisi de burada inecekti. Doğrusu, onları alıkoymak aklımdan dahi geçmedi. Hınzır ekmekçi! Çiftliğin avlusundan hâlâ kahkahası duyuluyordu.
***
Bu adamlar gidince, arabanın üst katı boşalmıştı sanki. Camarguelı da Arles'da indi. Arabacı yolda, atlarının yanı sıra yürüyordu. Yukarıda, her birimiz kendi köşemizde, bileyciyle ben kalmıştım. Susuyorduk. Hava sıcaktı, arabanın meşini sanki yanıyordu. Bazen gözlerimin kapandığını, başımın ağırlaştığını duyuyordum. Ama uyuyabilirsen uyu! Kulağımda hep o yumuşak, o insanoğlunun içini burkan "Sus be, yalvarırım sana!" sözü... Zavallı adam, o da uyumuyordu. Arkadan, koca omuzlarının ürperdiğini, elinin, o solgun ve kaba elinin yaşlı bir insanın eli benzer biçimde sıranın dayanılacak yerinde titrediğini görüyordum. Ağlıyordu...
Arabacı ansızın bana:
- Parisli, geldik bundan böyle! diye seslendi. Kırbacıın ucuyla da, üstünde devasa bir kelebek benzer biçimde iğnelenmiş değirmeniyle bizim tepeyi gösteriyordu.
Derhal inecektim... Bileycinin yanından geçerken, şu kasketin altına bir bakayım dedim. Gitmeden ilkin kendisini görmek istiyordum. Zavallı, niyetimi anlamış benzer biçimde, ansızın başını kaldırdı ve gözlerini gözlerime dikti. Boğuk bir sesle:
- Bana iyi bak, dost! dedi, günün birinde Beaucaire'de bir katliam bulunduğunu duyacak olursan, asla çekinmeden katilin kim bulunduğunu biliyorum diyebilirsin!
Yüzü küçücük solgun gözleriyle, iyi mi da sönük ve üzünçlüydü. Bu gözler, yaş içindeydi, ama bu seste kin vardı. Kin, zayıfların öfkesi!.. Karısı olsaydım, kendisinden sakınırdım!
CORNILLE USTA'NIN GİZİ
Ara sıra, geceleri bizde şarap içerek zaman geçiren Francet Mamai yok mu? Hani canım, şu yaşlı fifreci! İşte o... Geçen akşam, yirmi yıl ilkin bizim değirmende geçen minik bir köy faciasını söyledi. Insanın öyküsü bana o şekilde dokundu ki, ben de size duyduklarımı olduğu benzer biçimde anlatmak isterim:
Bir an düşünün sevgili okurlarım; buram buram kokan bir şarap testisinin önüne oturmuşsunuz da, yaşlı bir fifreciyi dinliyorsunuz.
Ah efendim, bizim memleket, eskiden şimdiki benzer biçimde ölü, sesi kısılmış bir yer değildi. Eskiden burada değirmencilik o şekilde işlek bir sanattı ki, çepeçevre on fersahlık yerden, çiftlikler öğütülecek buğdayı bizlere getirirlerdi. Köyü saran tepeler, yeldeğirmenleriyle kaplıydı. Sağda, solda, mistral
esince çamların üstünden, dönen kanatlarla, yollar süresince inip çıkan çuval yüklü eşek katarlarından başka bir şey görülmezdi. Tüm hafta, yukarıdan gelen kırbaç seslerini, kanat tıkırtısını, değirmenci çıraklarının deh-çüşünü dinlemek, ne hoştu!... Pazarları, grup grup, değirmenlere giderdik. Yukarıda değirmenciler, bizlere şarap sunarlardı. Hele değirmenci kızları! Dantelalı atkıları ve altın haçlarıyla, kraliçeler benzer biçimde güzeldiler. Ben de fifremi getirirdim; gece oluncaya dek dans edilirdi. Değirmenciler, bizim memleketin şenliği, zenginliğiydi.
Ne yazık ki, Parisli birden fazla Fransızın aklına, Tarascon yolu üstünde bir un fabrikası oluşturmak geldi. Bilirsiniz ya, eskinin alıcısı olmaz, derler. Bizimkiler de buğdaylarını fabrikaya göndermeye başladılar. Zavallı yel değirmenleri, bu şekilde işi olmayan kaldı. Ilk başlarda, bir süre dayanmaya yeltendiler; ama yapınak daha kuvvetli çıktı ve hepsine topu attırdı... Bundan böyle o küçücük eşekler gelmez oldu... Güzel değirmenci kızları, altın haçlarını sattılar... Ne şarap kaldı, ne de dans... İstediği kadar mistral essin, kanatlar bundan böyle dönmüyordu... Sonunda bigün, belediye bu yıkıntıları yerle bir ettirdi ve yerlerine asmalar ve zeytin ağaçları dikildi.
Ama bu çöküş havası içinde, bir tek değirmen kafa tutuyor ve tepenin üstünde, fabrikacılara direnme, boyuna dönerek duruyordu. Bu, Cornille Usta'nın değirmeniydi; işte şu anda içinde bulunduğumuz değirmen!..
***
Cornille Usta, altmış yıldan bu yana unlar içinde yaşamış, sanatına çılgın benzer biçimde bağlı, yaşl bir değirmenciydi. Fabrikaların kurulması onu deliye döndürmüştü. Tam 1 hafta, köyün içinde sağa sola başvurdu, halkı başına topladı, yapınak unuyla Provence halkını zehirlemek istediklerini bağıra çağıra söylemiş oldu, durdu. "Sakın ha, oraya gitmeyin," diyordu, "Bu haydutlar, un yapmak için buğu kullanıyor. Buğu şeytan işidir. Ama ben poyrazla, mistralle çalışırım. Poyrazla mistral, Tanrı'nın soluğudur..." Bu şekilde yel değirmenlerini övmek için ne güzel sözler buluyordu; buluyordu, ama kimsenin kulak asmış olduğu da yoktu.
Bunun üstüne, yaşlı adam kudurmuşa dönerek değirmenine kapanmış oldu ve yabanıl bir hayvan benzer biçimde, tek başına yaşadı. Yanına torunu Vivette'i dahi alabilmek istemiyordu. On beş yaşındaki bu kız çocuğunun, anası babası öldükten sonrasında, bütün ülkelerde ondan başka kimsesi kalmamıştı. Kızcağız, karnını doyurmak için şurada burada, çiftliklerde ekin kaldırdı, ipek böceklerine baktı, zeytin ağaçlarının dibini çapaladı. Oysa büyükbabası kendisini de pek sever görünüyordu. Sık sık torununu görmek için kızgın güneşin altında, ta kızın çalışmış olduğu çiftliğe dek, saatlerce taban tepiyor ve yanına ulaşınca de, saatlerce kızın yüzüne bakarak ağlıyordu...
Memlekette hepimiz, yaşlı değirmencinin, elisıkılıktan Vivette'i kapı dışarı ettiğini sanıyordu. Torununun bu şekilde, bir çiftlikten diğer çiftliğe sürünüp durması, kahyaların kabalığına hedef olması, genç hizmetçiler dünyasının her türlü yoksunluğu içinde yuvarlanıp gitmesi, hep onun suçudur, deniyordu. Sonrasında Cornille Usta benzer biçimde tanınmış, o zamana dek her insanın saydığı bir insanın, yalınayak, başlangıcında delik deşik bir külah, sırtında lime lime bir ceket, sokaklarda dolaşması, hoşa gitmiyordu... O şekilde ki, pazarları kiliseye girdiğini görünce, bizler yaşlılar, onun hesabına utanıyorduk. Cornille, bu durumumuzu anlamıştı; o da gelip ileri gelenlere ayrılmış olan sıraya oturmaktan çekiniyor, kilisenin bir yanında, mukaddes su kabının yanıbaşında, yoksullarla beraber ayakta duruyordu.
Cornille Usta'nın halinde, anlamını pek kavrayamadığımız bir şeyler vardı gene. Epey zamandan bu yana, köyden kendisine kimsenin buğday götürmüş olduğu yoktu, ama değirmenin kanatları, gene eskisi benzer biçimde dönerek duruyordu... Akşamları, yollarda, önüne devasa un çuvalları yüklü eşeğini katmış giden yaşlı değirmenciye raslayanlar çoktu. Köylüler ona:
- Akşamlar hayır olsun, Cornille Usta! diye sesleniyorlardı. Iyi mi, değirmen hep dönüyor mu?
Yaşlı adam, neşeli neşeli:
- Hep dönüyor, çocuğum! diyordu. Tanrı'ya şükür, işi olmayan kaldığımız yok!
Bunca işi nereden bulmuş olduğu sorulunca da, parmağını dudağına götürüyor ve pek ağırbaşlı bir tavırla, "Aman susss!" diyordu. "Dışsatım için çalışıyorum..." Ağzından daha çoğunu kapmak olanaksızdı.
Değirmene ayak basmaya ulaşınca, onu bir kalem geç. Vivetteciğin dahi girmiş olduğu yoktu...
Önünden geçildikçe, kapının hep kapalı, devasa kanatlarınsa hep dönmekte olduğu görülürdü. Kocamış eşek hep alandaki çimenlerin üstünde otlar, pencerenin pervazında upuzun ve sıska bir kedi güneşlenir ve gelip geçene hain hain bakardı.
Tüm bu tür durumlar, halka gizemli geliyor ve her insanın çenesini yoruyordu. Cornille Usta'nın gizini, hepimiz kendine nazaran açıklıyordu. Ama genel kanı, bu değirmende un çuvalından çok altın bulunmuş olduğu yolundaydı.
***
Sonunda her şey ortaya çıktı. Bakın iyi mi:
Genç kızlarla delikanlıları fifre çalarak dans ettirip dururken, bigün, bizim oğlanların büyüğüyle Vivetteciğin birbirlerine abayı yaktıklarını anladım. Doğrusu bu işe kızmadım, çünkü ne de olsa Cornille adının aramızda onuru, saygınlığı vardı; hem sonrasında, o güzel kızcağızın evimde keklik benzer biçimde sektiğini görmek pek hoşuma gidecekti. Yalnız, bizim sevdalılar, birbirlerini pek sık gördükleri için, ne olur ne olmaz, bir kaza çıkmasın diye, derhal işi yoluna koymak istedim ve büyükbabaya mevzuyu çıtlatmak amacıyla değirmene yollandım. Yollandım ama, yaşlı büyücüye kapıyı açtırmak ne mümkün! Anahtar deliğinden, zor bela, ne için geldiğimi anlatmak istedim. Söz söylerken, o Tanrı'nın belası sıska kedi, tepemin üstünde şeytan benzer biçimde pıhlayıp duruyordu.
Yaşlı adam sözümü bitirmeme dahi süre bırakmadı. Ağzına geleni, bağıra çağıra söylemiş oldu durdu. Yok defolup gitmeliymişim, yok fifremle uğraşmalıymışım, yok oğlumu derhal evlendirmek istiyorsam, un fabrikasından kız almalıymışım... Normal olarak, bu fena sözleri duyunca kan beynime sıçradı, ama gene kendimi tuttum; bunağı değirmende erteleyerek döndüm ve küçüklere başıma gelenleri anlattım. Yavrucaklar bir türlü inanamıyorlardı. Her ikisi de beraber, büyükbabayla görüşmek suretiyle değirmene gitmek iznini, bir iyilikmiş benzer biçimde isteyince, ben de olmaz diyemedim. Bizim sevdalılar da, fırt, derhal uçup gittiler.
Tam yukarıya vardıkları sırada, Cornille Usta değirmenden çıkmışmış. Kapı adamakıllı kilitliymiş, ama yaşlı adam merdivenini dışarıda bırakmış. Derhal evlatların aklına, pencereden girip şu meşhur değirmene bir göz atmak gelmiş...
Garip şey! Değirmen taşının bulunmuş olduğu yer, bomboşmuş. Ne bir çuval, ne bir buğday tanesi... Ne duvarlarda, ne de örümcek ağlarının üstünde undan bir iz varmış. Değirmenlerde duyulan o sıcak öğütülmüş buğday kokusu dahi yokmuş... Ana mil toz içindeymiş ve sıska kedi, üzerine ulaşmış, uyuyormuş.
Alttaki odada da aynı vaziyet... Fena bir yatak, bir kaç paçavra, merdivenin basamağı üstünde bir parça ekmek, sonrasında bir köşede, patlamış yerlerinden kireç ve alçı topakları dökülen üç, dört çuval...
İşte Cornille Usta'nın gizi buradaydı. Değirmenin onurunu kurtarmak ve herkesi içerde buğday öğütüldüğüne inandırmak için, akşamları yollarda dolaştırdığı şey, bu alçı ve kireç döküntüsüydü. Zavallı değirmen! Zavallı Cornille!... Çoktan bu yana un fabrikaları, tüm işi ellerine almışlardı. Kanatlar, boyuna işliyordu, ama değirmen taşı boşta dönüyordu.
Çocuklar ağlaya ağlaya bana gördüklerini anlattılar. Onları dinledikçe, yüreğim parçalanacak benzer biçimde oluyordu. Derhal, dakika geçirmeden, komşulara koştum ve onlara, iki sözle mevzuyu anlattım. Derhal, evlerde tahıl olarak ne var ise yükletip Cornille'in değirmenine götürmeyi kararlaştırdık. Dediğimizi de derhal yaptık. Tüm köy halkı yola düzüldük ve buğday (ama bu kez gerçek buğday) yüklü bir eşek kervanıyla yukarıya vardık.
Değirmenin kapıları ardına dek açıktı... Cornille Usta kapının önünde, bir alçı çuvalının üzerine oturmuş, başını elleri arasına almış, ağlayıp duruyordu. Değirmene döndüğü süre, kendisi yokken içeriye girdiklerini ve o üzücü gizi öğrendiklerini anlamıştı.
- Vah zavallı ben! diyordu, bundan böyle ölmekten başka ümit ederim kalmadı... Değirmenin onuru tamamlandı!
Değirmenine türlü türlü isimler takıp, ona bir insanmış benzer biçimde söz söyleyerek, yürekleri paralayan hıçkırıklarla durmadan ağlıyordu.
Bu sırada eşekler, değirmenin önündeki düzlüğe varmışlardı; ikimiz de, o eski zamanlarda olduğu benzer biçimde, var gücümüzle:
- Hey değirmenci! Hey, Cornille Usta! diye bağrışmaya başladık.
Derhal çuvallar kapının önüne yığıldı ve altın benzer biçimde buğday taneleri, her taraftan bölgelere döküldü.
Cornille Usta'nın gözleri faltaşı benzer biçimde açılmıştı. Buruşuk elinin avucuna buğday doldurmuş, hem gülüyor, hem ağlıyor, hem de:
- Buğday bu! Tanrım! diyordu, hem de iyisinden. Geçin da seyredeyim.
Sonrasında bizlere dönerek:
- Ah, gene bana geleceğinizi biliyordum, diyordu. Tüm bu un fabrikalarındaki herifler hırsızdır.
Kendisini omzumuza alıp alayla köye götürmek istiyorduk:
- Hayır, olmaz çocuklarım, diyordu. Her şeyden ilkin gidip değirmenime besinini vereyim. Ne zamandan bu yana ağzına bir lokma girmedi.
Zavallı yaşlı insanın, bir taraftan çuvalları boşaltmak, bir taraftan da unun incecik ak tozu tavana yükselirken değirmentaşını yönetmek için bir sağa, bir sola çırpınıp durduğunu gördükçe, hepimizin gözleri doluyordu.
Kendimizi övmek benzer biçimde olmasın, ama o günden sonrasında, yaşlı değirmenciyi asla işi olmayan bırakmadık. Sonunda, bir sabah Cornille Usta öldü ve bizim son yeldeğirmenimizin kanatları bu kez sonsuza dek durdu... Cornille ölünce, kimse onun yerine geçmedi. Ne yaparsınız efendim! Bu bütün ülkelerde her şeyin bir sonu var. Rhône süresince gidip gelen pazar kayıklarının, kukuleteli boyun atkılarının, iri çiçekli ceketlerin modası iyi mi geçmişse, yeldeğirmenleri de bundan böyle tarihe karışmış olmalı!
MÖSYÖ SEGUIN'İN KEÇİSİ
Paris'te ozan M. Pierre Gringoire'a
Sen asla değişmeyeceksin, zavallı Gringoirecığım!
Iyi mi olur? Sana Paris'in tanınmış bir gazetesinde fıkra yazarlığı öneriyorlar da, sen bu durumu geri çevirmeye kalkışıyorsun! Kendine bir baksana, zavallı çocuk! Şu delik deşik mintanına, şu hapı yutmuş pantolonuna, şu açım diye haykıran sıska suratına bir baksana! Güzel uyaklar sağlamak tutkusu, işte bak, seni ne duruma getirdi!
Apollo cenaplarının nedimliğinde on senedir sadık şekilde verdiğin emek, işte bak sana neye mal oldu... Hâlâ da mı utanmıyorsun?
Fıkra yazarı olsana, budala! Fıkra yazarı olsana! Çil çil liracıklar kazanırsın. Brébant Lokantası'nda karnını doyurursun, şapkana yepyeni bir tüy takarak tiyatroların ilk oyun akşamlarında boy gösterirsin...
Iyi mi? İstemiyor musun? Sonuna dek, keyfine nazaran, özgür yaşamak mı istiyorsun? Peki öyleyse, Mösyö Seguin'in keçisi öyküsünü bir dinle de, özgür yaşama isteği, insana ne kazandırır, öğren.
***
Mösyö Seguin'in keçilerinden yana asla talihi yoktu.
Hepsini de, aynı yoldan, elinden çıkarırdı: Bir sabah ipini koparan dağa yollanır ve orada, kurda yem olurdu. Ne sahibinin okşayışı, ne de kurt korkusu, onları alıkoyabilmişti. Bu tür şeyler, kim bilir, ne pahasına olursa olsun, açık havayı ve başıboş gezmeyi seven özgürlük âşığı keçilerdi.
Hayvanlarının huyundan pek anlamış olmayan zavallı Mösyö Seguin, çok üzgündü:
- Anlaşıldı, diyordu. Keçilerin burada canı sıkılıyor. Bundan böyle istemem, keçi beslemeyeceğim.
Ama gene umutsuzluğa düşmemişti. Aynı yolla altı keçisi daha yittikten sonrasında, tuttu, bir yedincisini satın aldı. Yalnızca bu kez, daha iyi alışsın diye, kart değildir yavru keçi almaya dikkat etti.
Ah, Gringoire, bilsen Mösyö Seguin'in keçisi ne güzeldi! Baygın gözleri, minik subaylarınki benzer biçimde didon sakalı, pırıl pırıl ayakları, çizgili boynuzları, üstünde harmani benzer biçimde uzun ve ak tüyleriyle o şekilde güzeldi ki! Nerede ise Esmeralda'nın
oğlağı benzer biçimde şirindi, anımsarsın, değildir mi Gringoire? Sonrasında, yumuşak başlı, sokulgandı. Sağılırken kımıldamaz, ayağını süt kabının içine sokmazdı. Kısacası cana yakın bir keçiydi...
Mösyö Seguin'in evinin arkasında, çevresi ak dikenle çevrilmiş bir ağılı vardı. İşte yeni kiracısını buraya yerleştirdi. Onu çayırın en güzel yerinde, bir kazığa bağladı; ama ipini de uzun bıraktı. Arada sırada, rahatı yerinde mi diye yoklamayı da savsaklamıyordu. Keçi mutlu görünüyor ve o şekilde keyifli keyifli otluyordu ki, Mösyö Seguin'in sevindiği her hâlinden belli oluyordu.
Adamcağız kendi kendine:
- Sonunda burada canı sıkılmayan bir keçi bulabildim, diyordu.
Mösyö Seguin aldanıyordu, bu keçinin de canı sıkıldı.
***
Keçi bigün dağa bakarak, kendi kendine:
- Kim bilir, dedi, oraları ne güzeldir! Boynumun derisini yüzen şu uğursuz ip olmasa da fundalıkların içine bir dalsam! Ne hoş olurdu. Çitin içinde otlamak, eşeğe ya da öküze yakışır! Bizler keçilere açıklık gerek!
O andan sonrasında, ağılın otu kendisine tatsız geldi. Can sıkıntısı başladı. Eridi, sütü azaldı. Onun bu şekilde tüm gün, ipini çekerek, başını dağa çevirmiş, burun delikleri açılmış, mutsuz mutsuz meee demesi, yürekler acısıydı.
Mösyö Seguin, keçisinin bir derdi bulunduğunu anlıyordu, ama ne işe yaradığını bir türlü kestiremiyordu... Bir sabah, sağılması biterken keçi, başını çevirdi ve kendi diliyle:
- Bakın Mösyö Seguin, dedi. Ben burada eriyip bitiyorum, geçin da dağa gideyim!
Mösyö Seguin:
- Tanrım! Bu da mı? diye haykırdı. O şekilde şaşırmıştı ki, süt kabını yere düşürüverdi; sonrasında, keçisinin yanına, otların üstüne oturarak:
- Iyi mi Blanquette, dedi, beni koyup gitmek mi istiyorsun?
Blanquette:
- Evet, Mösyö Seguin! diye cevap verdi.
- Sana burada ot mu yok?
- Var, Mösyö Seguin.
- Sanırım ipin kısa geliyor, istersen uzatayım?
- Ne zahmet, Mösyö Seguin!
- Öyleyse, neyin noksan? Ne istiyorsun?
- Dağa gitmek isterim, Mösyö Seguin.
- Zavallı, dağda kurt bulunduğunu bilmiyor musun? Karşına çıkarsa, ne yaparsın?
- Tos vururum, Mösyö Seguin.
- Kurda senin boynuzların vız gelir. Sen buraya ulaşmadan önce, o bana ait senden daha uzun boynuzlu pek çok keçimi yedi. Bilirsin ya, zavallı Renaude'u! Hani geçen yıl buradaydı. Teke benzer biçimde kuvvetli, ne azılı bir keçiydi. Tüm gece kurtla dövüştü... Ama sabahleyin kurt onu da yedi.
- Vah zavallı Renaude! Ama ziyanı yok Mösyö Seguin, geçin beni de, dağa gideyim.
- Aman Tanrım! Bana ait keçilerime de ne oluyor? Bu konuyu da kurt elimden kapacak! Ama yok, yağma mı var? İste, isteme; seni gene kurtaracağım. İpini koparmayasın diye seni ahıra kapayacağım. Bundan böyle hep orada kalacaksın.
Bunun üstüne Mösyö Seguin, keçiyi zifiri karanlık bir ahıra götürdü ve kapısını adamakıllı kilitledi. Kapıyı kilitlemişti ama pencereyi unutmuştu, seninki arkasını gelir gelmez, keçi pencereden atlayıp firar etti.
Gülersin ha, Gringoire! Yadsıma, ben seni bilirim; sen o zavallı Mösyö Seguin'e karşı keçilerin yanını tutarsın. Ama belli bir miktar sabret, sonunda da gülecek misin, bakalım?
Ak keçinin dağa gelişi, her yerde hayranlık uyandırdı. Yaşlı çamlar, o güne dek keçinin bu şekilde güzelini asla görmemişlerdi. Onu minik bir kraliçeymiş benzer biçimde karşıladılar. Kestane ağaçları, Blanquette'i dallarının uçlarıyla okşayabilmek için, bölgelere dek eğiliyorlardı. Yolunun üstünde, sarı katırtırnakları açıyor ve ellerinden geldiğince güzel kokmaya çabalıyorlardı. Tüm dağ, onun gelişiyle bayram etti.
Bizim keçinin iyi mi mutlu bulunduğunu bundan böyle sen düşün, Gringoire! Bundan böyle ne ip var, ne de kazık... Onu, keyfinin istediği benzer biçimde sıçramaktan, otlamaktan alıkoyacak hiçbir şey yok...
Aslolan otun bolluğu oradaydı. Ta boynuzlarını aşacak uzunlıkta, dostum! Hem de ne ot! Leziz, ince, diş diş, binbir tür bitkinin ürünü... Hele çiçekler?.. Maviş maviş, devasa boru çiçekleri, uzun çanaklı kırmızı yüksük otları, sarhoş edici özleri taşan tüm bir yabanıl çiçek ormanı!...
Ak keçi, bunların içinde yarı sarhoş, ayakları havada, yere dökülmüş yapraklarla kestanelere karışarak bayır aşağı yuvarlanıp duruyordu... Sonrasında, bir sıçrayışta ayağa kalkıyor, haydi yallah, gene çalıların, yeşilliklerin içine dalıyor, fırt bir kayanın üzerine geliyor, fırt bir hendeğin dibine atlıyordu. Bir aşağı, bir yukarı, her yere burnunu sokuyordu. Sanki Mösyö Seguin dağa on keçi aniden salıvermişti.
Çünkü Blanquette'in hiçbir şeyden pervası yoktu.
Bir sıçrayışta koca koca selleri aşıyor, aşarken de su ve köpük içinde kalıyordu. Sonrasında, sırsıklam, gidip düz bir kayanın üzerine uzanıyor, güneşte kurunuyordu... Bir seferinde de, ağzında bir çiçek, yaylanın kıyısına dek geldi ve alt tarafta, Ta en alt tarafta, ovada, arkasındaki ağılıyla Mösyö Seguin'in evini görmüş oldu. Bu görünüme, katıla katıla güldü.
- Ne de küçükmüş! dedi. Iyi mi olmuş da sığmışım!
Zavallıcık, kendini onca yüksekte görünce, bir türlü dünyaya sığamaz olmuştu...
Özetle, Mösyö Seguin'in keçisi çok güzel bigün geçirdi. Öğleye doğru, sağa sola koşarken, bir yaban asmasını kıtır kıtır yiyen bir sürü dağ keçisinin arasına düştü. Bizim ak giysili kaltak, ortalığı birbirine kattı. Kendisine yaban asmasının en leziz parçasını sundular. Hele erkekleri görme. Bir çıtkırıldım oldular ki!.. Dahası da var Gringoire, ama aramızda kalsın. Siyah tüylü genç bir dağ keçisi, sanırım Blanquette'in hoşuna gitmek onuruna ulaştı. İki sevdalı, bir iki saat ormanın içinde yittiler. Birbirlerine ne söylediklerini öğrenmek istersen, git de, yosunların altında belirsiz dolaşan geveze kaynakları sorguya çek.
***
Ansızın hava serinledi. Dağ, menekşe rengi bağladı; akşam olmuştu...
Ufak keçi, şaşırıp kaldı:
- Ne hızlı!
Alt tarafta tarlalar sise gömülmüştü. Mösyö Seguin'in ağılı, nerede ise gözden yitmişti; minik evin yalnızca tüten bacasıyla çatısı görünüyordu. Blanquette, ağıla dönen bir sürünün çıngırak seslerini dinledi, içi burkuldu. Yuvasına dönen bir akdoğan, göçerken kanatlarıyla ona süründü. İçi titredi... Sonrasında dağda bir uluma duyuldu:
- Huuu! Huuu!...
Aklına kurt geldi; tüm gün, çılgın benzer biçimde, kurdu asla düşünmemişti.. Gene o anda ovanın ta dibinden bir boru sesi geldi. Bu, bizim Mösyö Seguin'in başvurduğu son yoldu.
Kurt:
- Huuu! Huuu! diye uluyordu.
Boru:
- Gelsene! Gelsene! diyordu.
Blanquette, bir an geri dönmek istedi, ama kazığı, ipi, ağılın çitini anımsayınca, bundan böyle bu yaşama katlanamayacağını, dağda kalmanın daha iyi olacağını düşündü.
Bundan böyle boru sesleri de kesilmişti.
Keçi tam arkasında bir yaprak hışırtısı duydu. Döndü; karanlıkta kısa ve dimdik iki kulakla, pırıl pırıl yanan bir çift göz görmüş oldu... Bu kurttu.
***
Koskocaman, kıpırtısız, kıçüstü oturmuş, minik ak keçiye bakıyor ve onu gözleriyle şimdiden yiyor gibiydi. Iyi mi olsa yiyeceğini bilmiş olduğu için asla çabuk davranmıyordu. Yalnızca, keçi dönünce, fena fena gülmeye başladı:
- Hah! Hah! Mösyö Seguin'in minik keçisi! Sonrasında, devasa kırmızı diliyle kav rengindeki sarkık dudaklarını yaladı.
Blanquette, mahvolduğunu anlamış oldu... Bir an, tüm gece dövüşüp de fakat sabah olunca kurdun karnına giden koca Renaude'un serüvenini anımsadı ve boş yere uğraşmaktansa, derhal yutuluvermenin daha iyi olacağını düşündü. Sonrasında bundan vazgeçti, kafasını kıstı, boynuzlarını uzattı, savunmaya hazırlandı. O, Mösyö Seguin'in kahraman keçisi değildir miydi ya!.. Kurdu öldürme umuduna kapılmamıştı (keçiler kurtları öldürmezler) ama Renaude kadar dayanıp dayanamayacağını idrak etmek istiyordu...
Sonunda canavar, keçinin üzerine yürüdü. Küçücük boynuzlar da eyleme geçti. Ah yavrucuk! Var gücüyle iyi mi dayanıyordu. Bir ihtimal on kez, yalan söylemiyorum Gringoire, olurya on kezden daha çok, kurdu gerileyip nefes alabilmek zorunda bıraktı. Bu bir dakikalık aralıklarda dahi, kâfir obur, derhal o güzelim ottan bir parçacık koparıyor, sonrasında ağzı dolu dolu, gene kavgaya tutuşuyordu... Bu, tüm gece sürdü. Mösyö Seguin'in keçisi bazen parlak gökyüzündeki yıldızların kaynaşmasına bakıyor ve kendi kendine:
- Ah, ne olur, diyordu, şafak sökünceye dek dayanabilsem!...
Yıldızlar, birbiri ardısıra sönüp yitti. Blanquette boynuzlarına, kurt da dişlerine güç verdi... Ufukta solgun bir ışık göründü... Çiftliğin birinden kısık sesli bir horoz öttü.
Can vermek için sabahı bekleyen zavallı hayvancık:
- Çok şükür! dedi ve kan lekelerinin benek benek etmiş olduğu o güzelim ak postuyla boylu süresince yere serildi...
O süre kurt, minik keçinin üstüne atıldı ve onu parçalayıp yedi.
***
Hoşçakal Gringoire!
Dinlediğin öyküyü ben uydurmadım. Bigün olur da Provence'a gelirsen, bizim çiftçilerden sık sık şunu duyarsın: Mösyö Seguin'in keçisi, tüm gece kurtla boğuştu, sonrasında, sabah olunca, kurt onu yedi. Beni iyi dinliyor musun, Gringoire:
Sonrasında sabah olunca, kurt onu yedi.
YILDIZLAR
Provencelı bir çobanın öyküsü
Luberon Dağlarında sürü güttüğüm zamanlarda, Tanrı'nın bir tek kuluna rasgelmeden, yalnızca köpeğim Labri ve koyunlarımla, haftalarca otlakta kalırdım. Bazen, Mont-de-l'Ure'da tek başına yaşayan keşiş, şifalı ot toplamak için buralardan geçerdi; ya da Piemontlu birden fazla kömürcünün kara suratını görürdüm. Ama bu tür durumlar, yalnız kala kala konuşma zevkini yitirmiş, alt tarafta, köylerde ve kentlerde olup bitenlerden habersiz, saf insanlardı. On beş günde bir bana iki haftalık yiyecek getiren bizim çiftlik katırının çıngırağını duyunca, yamacın başlangıcında, minik yanaşmanın neşeli yüzünü ya da yaşlı Norede teyzenin kızıl horozunu görünce, bundan böyle dünyalar bana ait olurdu. Alt tarafta çiftlikte meydana gelenleri, vaftizleri, düğünleri anlattırırdım. Ama her şeyden ilkin, bizim efendilerin kızı Matmazel Stéphanette'in ne alemde bulunduğunu bilmek arzu ederdim. Matmazel Stéphanette, on fersahlık bir çevrenin en güzel kızıydı. Pek oralı olduğumu göstermeden, şenliklere, yortulara, gece toplantılarına sık sık gidip gitmediğini, gene çevresinde yeni yeni sevdalıların ortaya çıkıp çıkmadığını öğrenirdim. Tüm bunların benimle, bana ait benzer biçimde dağların zavallı çobanıyla ne ilgisi olabileceğini soranlara, yirmi yaşlarında olduğumu ve bu Stéphanette benzer biçimde güzel bir kız görmediğimi söyleyebilirim.
Bir pazar günü, on beş günlük yiyeceğimi bekliyordum. Bir türlü gelen giden olmuyordu. Sabahleyin kendi kendime, "Kim bilir pazar duası yüzünden gecikti!" diyordum. Sonrasında, öğleye doğru bir sağanak bastırdı. Ben de yolların kötülüğünden katırın gelemeyeceğini değerlendirdim. Sonunda, saat üç sularında, hava açıldı. Sırılsıklam kesilen tüm dağ, güneşin altında pırıl pırıldı. Yapraklardan sızan yağmur damlaları ve uğuldaya uğuldaya akan sellerin arasından, katırın paskalya günündeki o çan cümbüşü benzer biçimde oynak ve şen çıngırak sesi kulağıma geldi. Ama katırı devam eden ne minik yanaşma, ne de yaşlı Norade'dı. Bu.. bilin bakayım kim?.. Bizim matmazeldi, çocuklar! Bizim matmazel, ta kendisi; küfelerin arasına dimdik oturmuş, dağların havası ve sağanağın serinliğiyle yüzü pembe pembe olmuştu.
Ufak yanaşma hastaymış, Norade teyze de, evlatlarının yanına izinli gitmiş... Güzel Stéphanette, katırından inerken hem bu tarz şeyleri, hem de yolu şaşırmış olduğu için geç kaldığını söyledi. Ama çiçekli kurdelesiyle, pırıl pırıl entarisiyle, dantelalarıyla iki dirhem bir çekirdek, pek o şekilde fundalıklar içinde yolunu şaşırmışa benzemiyordu. Kim bilir dansta gecikmişti. Ah sempatik mahluk! Gözlerimi bir türlü kendisinden ayıramıyordum. Doğrusu şimdiye dek onu bu şekilde yakından asla görmemiştim. Kimileyin, kışın sürüler ovaya indiğinde, akşam yemeği için çiftliğe gittikçe, onun, hep süslü, belli bir miktar da gururlu, içimizden asla hiç kimseye bir sözcük dahi söylemeden, hızla odamızdan geçtiğini görürdüm... Oysa şimdi, karşımdaydı; yalnızca bana ait için gelmişti. Neredeyse aklımı oynatacaktım!
Stéphanette, küfelerden yiyecekleri çıkardıktan sonrasında, merakla çevresine bakınmaya başladı. Kirlenmesin diye, yabanlık güzel entarisinin eteğini kaldırıp ağıla girdi; yattığım yeri, o saman ve koyun postundan kerevetimi, duvarda asılı duran gocuğumu, sopamı, çakmaklı tüfeğimi görmek istedi. Her şey hoşuna gidiyordu.
- Demek burada yaşıyorsun, o şekilde mi zavallı çobanım! Kimbilir yalnızlıktan iyi mi da sıkılırsın! Ne yapıyorsun? Kimi düşünüyorsun?
"Sizi, hanımcığım!" demeye can attım; deseydim, yalan söylemiş olmazdım. Ama o şekilde şaşkına dönmüştüm ki, söyleyecek bir tek sözcük dahi bulamadım. Bu halimi anlamış oldu sanırım. Fettanlıklarıyla beni büsbütün şaşkına çevirmekten zevk alıyordu:
- Ya sevgilin, çoban, buraya seni görmeye geliyor mu? Sevgilin, kim bilir, ya altın keçi, ya da dağ başlarından asla inmeyen perikızı Esterelle olacak!
Kendisinde de, benimle konuşurken, o perikızı Esterelle'in duruşu vardı. Saçlarını arkaya atarak güzel güzel gülüyor ve derhal kalkıp gitmekteki ivecenliğiyle, bu ziyareti bir perikızının görünüşüne benziyordu.
- Hoşçakal çoban!
- Hoşçakal, hanımcığım!
Derhal boş sepetlerini katıra yükleyerek yola çıktı.
Bayır aşağı patikadan görünmez olunca, bana, katırının nalları altından yuvarlanan çakıl taşları, tek tek yüreğime düşüyor benzer biçimde geldi. Uzun uzun, bu taşların yuvarlanışını dinledim. Düşümü uzatmak için kımıldanmaksızın, gün batıncaya dek, uyuklar benzer biçimde olduğum yerde kaldım. Akşam koyakların derinlikleri morarmaya ve koyunlarım ağıla girmek için meleyerek kümeleşmeye başladığında, bayırın altından bana birinin seslendiğini duydum. Az sonrasında da, bizim matmazel çıkageldi. Deminki benzer biçimde güler yüzlü değildi; sırsıklam olmuş, soğuktan ve korkudan tir tir titriyordu. Yamacın eteğine inince, Sorgue ırmağının sellerle kabarmış bulunduğunu görmüş, büyük güçlükle geçmek isterken, az kalsın boğulacakmış. Aslolan işin kötüsü, gecenin bu saatinde bundan böyle çiftliğe girmeyi akıldan çıkarmaktı. Çünkü ırmağın geçit veren yerini, bizim matmazel, bütün ülkelerde yalnız başına bulamazdı. Ben de sürüyü koyup gidemezdim. Bilhassa evdekilerin meraka düşeceğini aklına getirdikçe, geceyi dağ başlangıcında geçirmek zorunda kalmaktan pek üzülüyordu. Elimden geldiğince kendisini yatıştırmaya çalıştım.
- Temmuzda geceler kısadır hanımcığım... Bu da geçer!
Sorgue ırmağında ıslanan entarisiyle ayaklarını kurutmak için derhal büyücek bir ateş yaktım. Sonrasında kendisine süt, peynir getirdim. Ama zavallı kızcağızın ne yemekte, ne de ısınmakta gözü vardı. Hele gözlerinde iri iri yaşların toplandığını görünce, az kalsın, ben de ağlayacaktım.
Bundan böyle gece karanlığı basmıştı. Dağların tepesinde, güneşten yalnızca bir parçacık toz, avrupada bir miktar ışık buharı kalmıştı. Hanımımızın ağıla girip dinlenmesini istedim. Tertemiz samanın üzerine, pek güzel, yepyeni bir post sererek, iyi geceler diledim ve dışarı çıkıp kapının önüne oturdum... Tanrı bilir, içimi yakan sevgi oduna rağmen, aklıma hiçbir fenalık gelmedi. Yalnızca, gurur duyuyordum. Efendilerimin kızı, ağılın bir köşesinde, uyumasına merakla bakan sürünün yanıbaşında, ötekilerden daha kıymetli, daha ak bir kuzu benzer biçimde, bana ait korumam altında uyuyor diye gurur duyuyordum... Asla gökyüzünü bu şekilde derin, yıldızları bu denli parlak görmemiştim... Ansızın ağılın çit kapısı açıldı ve güzel Stéphanette göründü. Uyuyamamıştı. Hayvanlar kımıldandıkça samanlar çıtırdıyordu, içlerinde rüya görürken meleyenler de vardı. Stéphanette ateşin yanına gelmek istiyordu. Bu konuyu görünce omuzlarına bana ait postu attım, ateşi canlandırdım; bu şekilde, asla konuşmadan, yanyana oturup kaldık. Geceyi açıkta geçirmişseniz bilirsiniz ki, her insanın uyuduğu saatlerde, yalnızlığın ve sessizliğin içinden gizemli bir evren uyanır. O süre kaynaklar daha tiz perdeden şarkı söyler, göllerde küçücük alevler yanar. Dağın tüm hayaletleri özgürce gidip gelir; sanki dalların uzadığı, otun yerden bittiği duyuluyormuş benzer biçimde, havada sürtünmeler, ayrımına varılmayan gürültüler olur. Gündüz, canlıların dünyasıdır; ama gece, eşyanın cümbüşü... Alışık değilseniz, bu sizi korkutur. Nitekim bizim matmazel de ürpermeler içindeydi ve en küçük bir gürültüde, derhal bana sokuluyordu. Bir kez, hemen aşağıdaki pırıl pırıl gölden uzun ve üzünçlü bir feryat koptu ve kıvrım kıvrım bizlere doğru terfi etti. O anda, sanki işittiğimiz bu çığlığa eşlik ediyormuş benzer biçimde, başlarımızın üstünden aynı yönde bir yıldız aktı.
Stéphanette yavaşça:
- Bu ne? diye sordu.
- Cennete giden bir ruh, hanımcığım! dedim ve istavroz çıkardım.
O da istavroz çıkardı ve bir süre, başı yukarda, kendi hayatına daldı. Sonrasında bana:
- Sizler hep büyücüymüşsünüz, sahi mi, çoban? diye sordu.
- Yalan, hanımcığım. Ama bizler burada yıldızlara daha yakınız. Gökyüzünde neler olup bittiğini ova halkından daha iyi biliriz.
O, çenesini eline dayamış, kendisini saran postun içinde göksel bir çoban benzer biçimde, hep yukarıya bakıyordu.
- Iyi mi da çok! Iyi mi da güzel. Asla bu denli çok yıldız görmemiştim... Adlarını bilir misin, çoban?
- Bilirim, hanımcığım... Bakın, tam bizim üstümüzdeki Saint-Jacques yolu (Samanyolu), Fransa'dan kalkar, dosdoğru İspanya'ya gider. Bu konuyu, Araplara sefer açtığında, babayiğit Charlemagne'a yolunu göstersin diye Galiceli Saint-Jacques çizmiştir
. Daha ötede, pırıl pırıl dört dingiliyle, Ruhların Otomobili'nı (Büyük Ayı) görürsünüz. Önünden giden üç yıldız, Üç Hayvanlar'dır, üçüncünün tam karşısındaki şu minik yıldız, Arabacı'dır. Bakın, her taraftan dökülen şu yıldız yağmurunu görüyor musunuz? Bu tür şeyler, Tanrı'nın cennetine kabul etmediği ruhlardır... Çok az daha alt tarafta Tırmık ya da Üç Krallar (Orion) var. Bu, bizim benzer biçimde çobanların saatidir. Yalnızca bir bakıvermekle, şimdi saatin on ikiyi geçtiğini anlarım. Çok az daha alt tarafta, hep güneye doğru, yıldızların meşalesi olan Milanolu Jean parlar (Sirius). Bu yıldız hakkında, bakın çobanlar ne anlatır. Sözde bir gece, Milanolu Jean, Üç Krallar ve Civciv Kümesi (Ülker), dostlarından bir yıldızın düğününe çağrılmışlar. İvecen olan Civciv Kümesi, hepsinden ilkin kalkmış, yukarıki yola düzülmüş. Bakın, yukarıda, gökyüzünün ta dibinde... Üç Krallar, daha aşağıdan gitmişler ama ona yetişmişler. Ama çok geç uyanan tembel Milanolu Jean, pek geride kalmış; o şekilde öfkelenmiş ki durdurmak için onlara sopasını fırlatmış. Bu sebeple Üç Krallar'a Milanolu Jean'ın sopası da derler... Ama bu yıldızların en güzeli, bizimkidir, hanımcığım. Çoban Yıldızı'dır. Şafakta sürüyü ağıldan çıkardığımız süre bizi o aydınlatır. Akşamları dönüşte yolumuzu o gösterir. Ona Maguelonne da deriz. Güzel Maguelonne, Provencelı Pierre'in (Zühal) ardında dolaşır ve her yedi yılda bir onunla evlenir.
- Iyi mi? Yıldızlar da evlenir mi, çoban?
- Normal olarak, hanımcığım.
Kendisine bu düğünlerin ne işe yaradığını anlatmaya başlarken, taze ve nazik bir şeyin hafifçe omzuma yaslandığını duyumsadım. Bu, onun uykuyla ağırlaşmış, kurdelenin, dantelanın ve dalgalı saçlarının o güzel hışırtısıyla bana yaslanan başıydı. Bu şekilde, gökyüzünde doğan günün silinmiş olduğu yıldızlar sararıp soluncaya dek kıpırtısız kaldı. Ben de onun uyumasına bakıyordum. İçimden belli bir miktar sarsılmıştım ama, bana hep güzel düşünceler esinlendiren bu parlak gece, beni gene kötülükten korudu. Etrafımızda yıldızlar, büyük bir sürü benzer biçimde uysal, sessiz yürüyüşlerini sürdürüyordu. Kimi anlamış olur, bana ait de bu yıldızlardan en ince ve en parlağının, yolunu şaşırarak, uyumak için gelip omzuma konduğunu düşlediğim oldu...
ARLESLI KIZ
Bizim değirmenden köye inmek için, yolun yanısıra, içinde çitlembik ağaçları bulunan büyük bir avlunun sonunda yapılmış bir çiftlik yapısının önünden geçilir. Burası, kırmızı kiremitleri, gelişigüzel açılmış pencereleriyle; geniş ve koyu renkli önyüzü, sonrasında en üstte, ambarının fırıldağı, ürün demetlerini yukarı yapmaya yarayan çıkrığı ve dışarı fırlamış birden fazla ot demetiyle, tam bir Provence çiftlik evidir.
Bu ev niçin gözüme çarpmıştı? Niçin bu kapalı kapı içimi sızlatmıştı? Nedenini söylemeyeceğim; ama, bu ev beni ürkütüyordu. Çevresinde yoğun bir sessizlik vardı... Önünden geçilince, köpekler havlamıyor, beçtavukları sükunet içinde kaçışıyorlardı. Pencerelerdeki ak perdelerle, bacada duman da olmasa, evde kimsecikler yok diyecektim.
Dün öğle üstü köyden dönüyordum. Güneşten kaçınmak için çitlembik ağaçlarının gölgesinde, çiftlik duvarı süresince yürüyordum... Çiftliğin önündeki yol üstünde, yanaşmalar birbiriyle asla konuşmadan, bir otomobile ot yüklüyorlardı... Büyük kapı açık kalmıştı. Geçerken içeriye şöyleki bir göz attım ve avlunun dibinde, geniş bir taş masaya dirseklerini dayamış, başı elleri içinde, sırtında pek kısa bir ceket, pantolonu lime lime, uzun boylu, apak, yaşlı bir adam gördüm... Durakladım. Yanaşmalardan birisi bana yavaşça:
- Aman sus!... dedi. Bizim ağa... Oğlunun ölümünden bu yana hep bu şekilde...
Tam bu sırada karalar giyinmiş bir hanımla minik bir oğlan evladı, ellerinde devasa yaldızlı dua kitaplarıyla önümüzden geçip çiftliğe girdiler.
Yanaşma:
- Ağanın karısıyla minik oğlu kiliseden dönüyorlar. Çocuğun kendi canına kıydığı günden bu yana, hep bu şekilde giderler. Ah, efendim, üzüntüleri pek büyük!... Babası hâlâ ölen oğlunun giysisini giyiyor; bir türlü üstünden çıkartamıyorlar... Haydi oğlum, deh!...
Otomobil şöyleki bir sallanıp yola düzüldü. İşin aslını öğrenmek istediğim için, arabacıya beni de yanına almasını söyledim. Bu şekilde otomobilde kuru otların üstünde, bu acıklı serüveni öğrendim.
***
Ismi Jan'dı. Mert yüzlü, gürbüz, kız benzer biçimde uslu, yirmi yaşlarında babayiğit bir köylüydü. Çok yakışıklı olduğundan, tüm bayanların gözü ondaydı; ama onun gözünde yalnızca bir tek hanım vardı: Arles'da boğa güreşi faaliyetinde rasladığı, kadifeler, dantelalar içinde bir Arleslı kız. Ilk başlarda bu ilişki, çiftlikte pek hoş görülmedi. Kıza oynak diyorlardı; anası babası da memleketten değildi. Ama Jan, ille de kızı isterim, diye tutturdu.
- Kızı bana vermezlerse ölürüm, diyordu.
Razı olmaktan başka yol kalmamıştı. Ekinin kaldırılmasından sonrasında düğün yapılmasına karar verdiler. Her neyse, bir pazar akşamı, ailece çiftliğin avlusunda yiyecek yiyorlardı. Bu, sanki bir düğün yemeğiydi. Aslına bakarsak nişanlı kız ortada yoktu ama, devamlı olarak onuruna içiliyordu. Yemeğin sonlarına doğru, insanın birisi kapıya geldi ve titreyen bir sesle, Estève Ağa'yla yalnız olarak konuşmak istediğini söylemiş oldu.
Estève Ağa kalktı, dışarı, yolun üstüne çıktı. Adam:
- Ağa, oğlunuzu iki senedir metresim olan bir aşifteyle evlendiriyorsunuz. Kanıtım da var; işte mektupları!... Kızın anası her şeyi biliyor. Onu bana vereceklerdi, ama oğlunuz peşine düşeliberi, bundan böyle ne onlar, ne de haspa beni istiyor... Ama aramızda olup bitenlerden sonrasında bir başkalarına yar olamayacağını değerlendirdim de...
Estève Ağa, mektuplara bir göz attıktan sonrasında:
- Pek iyi, dedi, içeriye buyurun da bir kadeh misket şarabımızdan için!
Adam:
- Teşekkür ederim, bana ait boğazım değildir, bağrım yanıyor, dedi ve gitti.
Ağa, renk vermeden içeri girdi, sofradaki yerine geçti ve yiyecek sevinç içinde bitmiş oldu...
O akşam Estève Ağa'yla oğlu kıra çıktılar. Epey süre dışarıda kaldılar. Döndüklerinde çocuğun anası, gözleri yolda, kendilerini beklemekteydi. Ziraatçi, oğlunu getirirken:
- Hanım, dedi, öp onu. Çok dertli!
***
Jan, tekrar Arleslı kızın ismini ağzına almadı. Ama onu hâlâ seviyordu; kendisine kızı bir başkasının kolları içinde gösterdikleri günden bu yana daha da sevmeye başladı. Ama ağzını açarak da bir şey söylemeyecek denli de onurluydu. Aslına bakarsak, çocukcağızı öldüren de bu oldu ya!... Kimi süre bir köşeye çekilir, asla kımıldamadan saatlerce oturur, kimi günler tarlaya gider ve tek başına, on gündelikçinin yapamayacağı işin hakkından gelirdi... Akşam olunca Arles yoluna düşer ve ta ufukta, kentin sivri çan kulelerini görünceye dek yürür, sonrasında dönerdi. Hiçbir süre daha öteye gitmemişti.
Çiftliğin adamları, onu hep bu şekilde kederli ve yalnız gördükçe, ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Bir yıkımdan korkuyorlardı... Bir defasında anası, gözleri yaş içinde, oğluna bakarak:
- Bak Jan, dedi, beni dinle. Hâlâ istiyorsan, onu sana alırız...
Babası utancından kıpkırmızı kesilerek önüne baktı.
Jan başıyla "Olmaz!" dedi ve çıkıp gitti.
O günden sonrasında, ailesini meraklandırmamak için durumunu değiştirdi, hep şen görünmeye başladı. Onu tekrardan cümbüşlerde, boğa döğüşlerinde görür oldular. Fonvieille belediye seçimlerinde, farandolu o yönetti.
Babası, "Bundan böyle iyileşti," diyordu. Anasıysa, hep merak ediyor, oğlunu her zamankinden daha çok gözlüyordu... Jan, minik kardeşiyle beraber, kozahanenin yanında yatıyordu. Zavallı hanım, kendi yatağını odalarının yanıbaşına getirtti... Geceleri, kozalara bakmak gerekir diye...
Çiftçilerin piri Saint-Eloi Yortusu geldi çattı.
Çiftlik şenlik içindeydi. Her insana kucak dolusu Châteauneuf şarabından sunuldu. Hele içilen pişmiş şarabın haddi hesabı yoktu. Sonrasında kestane fişekleri atıldı, harman faaliyetinde çarkıfelekler yakıldı, çitlembik ağaçları rengarenk kâğıt fenerlerle donatıldı. Yaşasın Saint-Eloi! Hora tepe tepe bir hal oldular. Ufak oğlan yeni mintanını yaktı... Jan dahi hoşnut görünüyordu. Anasıyla dans etti. Kadıncağız luğundan ağlıyordu.
Gece yarısı, yatmaya gittiler. Kimsenin ayakta duracak hali yoktu... Jan'a ulaşınca, o uyumamış, sonradan minik oğlanın anlattığına nazaran, tüm gece hıçkıra hıçkıra ağlamış... Ah, diyorum ya, meğer adamakıllı abayı yakmış umarsız!
***
Ertesi gün şafakta, anası birinin koşarak odasından geçtiğini duyar. İçine doğar:
- Sen misin, Jan?
Jan, cevap vermez, derhal merdivene koşar, anası da çarçabuk kalkar:
- Jan, nereye gidiyorsun?
Jan, ambara çıkar; kadıncağız da peşinden...
Jan, kapıyı kapar ve sürmesini çeker.
- Jan, Jancığım, yavrum. Söyle bana, ne yapacaksın?
Hanım, titreyen elleriyle mandalı bulmaya çalışır... Bir pencere açılır ve avlunun taşlarına "küt!" diye ağır bir şey düşer. İşte hepsi bu kadar...
Zavallı yavrucuk kendi kendisine, "Onu çok seviyorum... Gidiyorum ben.." demiş olmalı. Ah, biz de ne zayıf yürekli insanlarız! Ama ne de olsa, nefretin aşkı öldürememesi acayip şey!
O sabah köy halkı, orada, Estève'in çiftliği yönünden kim bu şekilde haykırıyor, diye merak ettiler.
Bu, avluda, çiğ ve kana bulanmış taş masanın önünde, oğlunun ölüsünü kolları arasına almış inleyen, perişan ananın çığlığıydı.
PAPA'NIN KATIRI
Bizim Provence köylülerinin ikide birde sözlerine sokuşturuverdikleri o güzel atasözleri, deyimler ve hikmetler içinde, şundan daha hoşunu, daha acayibini bilmiyorum desem yeri... Değirmenimin çevresinde, onbeş fersahlık yere kadar, garez bağlayan, kin güden bir adamdan söz açıldığı süre, "Aman, bu heriften kendinizi sakının!... Çiftesini tam yedi yıl sonrasında atan Papanın katırı gibidir" derler.
Epey süre, bu deyim nereden gelmiş, bu "Papanın katırı" neymiş, bu yedi yıl sonrasında atılan çifte de ne mene bir çifteymiş, soruşturdum durdum. Buralılardan hiçbiri buna cevap veremedi; tüm Provence masallarını su benzer biçimde ezber bilen bizim fifreci Francet Mamai dahi... Francet de, bana ait benzer biçimde, bu deyimin altında, Avignon diyarında geçen eski bir olayın bulunmuş olduğu düşüncesinde. Ama o da, bu olayın ne işe yaradığını bilmiyor, fakat deyimi işitmiş.
Yaşlı adam, belli bir miktar duraladıktan sonrasında:
- Bu konuyu bulsanız bulsanız, fakat Cırcır kitaplığında bulabilirsiniz! dedi.
Bu fikir bana uygun geldi; aslen Cırcır kitaplığı da, bizim kapının önündeydi. Gittim, tam 1 hafta oraya kapandım.
Burası, muhteşem bir kitaplık; her şeyi yolunda, şairlere gece gündüz açık, günün her saatinde çalgı çalan küçücük, zilli kitaplık görevlileri de var. Burada çok tatlı günler geçirdim. Tam 1 hafta, sırtüstü yatarak araştırmalarda bulunduktan sonrasında, sonunda aradığım şeyi, doğrusu bizim katırın ve yedi yıl sonrasında attığı o meşhur çiftenin öyküsünü bulabildim. Bu öykü, belli bir miktar safgönüllüce, ama güzel. Ben de size onu, dün sabah, kuru lavanta çiçeği kokan, sayfa işareti şeytan örümceğinden, zamane rengi bir yazmada okuduğum benzer biçimde anlatmaya çalışacağım.
***
Avigon'un Papalar zamanındaki durumunu görmeyen, hiçbir şey görmemiş sayılır. O neşenin, o yaşamın, o canlılığın, o cümbüşlerin bir eşi daha yoktu. Sabahtan akşama dek, dinsel alaylar, türlü ziyaretler; çiçeklerle bezenmiş ve halılar asılmış sokaklar; Rhône boyundan, bayrakları dalgalana dalgalana, donatılmış kadırgalar içinde buyur eden kardinaller; alanlarda Papa'nın Latince şarkı söyleyen askerleri; dilenci tası uzatan keşişlerin kaynana zırıltısı; sonrasında kovanları çevresinde toplanan arılar benzer biçimde büyük Papalık sarayının çevresinde uğuldayarak kümelenen evlerde, en üst kattan alt kata dek dantela tezgahlarının tik-takı; papazlara sırmalı ayin kaftanı dokuyan mekiklerin gidip gelmesi; gül suyu kaplarını oyma oyma işleyenlerin küçücük çekiçlerinin tıkırtıları; çalgı yapımevlerinde göğüs tahtaları takılan sazlar; kumaşın arışını hazırlayan işçi kızların ilahileri; üstelik de çanların gürültüsü ve uzaktan, hep köprü tarafınca gelen davul sesleri... Çünkü bizim ülkemizin halkı, keyifli olduğunda kesinlikle dans eder. O zamanlar, kentin sokakları hora tepmeye dar geldiğinden, fifre ve davul çalanlar, Rhône'un serin meltemine karşı Avignon köprüsüne kurulurlar; gece gündüz orada dans edilirdi. Ah, ne mukaddes çağdı o! Ne mutlu bir kentti o! Teberler kesmezdi, devlet tutukevlerine, soğusun diye şarap koyarlardı. Kıtlık nedir, harp nedir bilinmezdi. Comtat'nın papaları halkı yönetmesini bilirlerdi. İşte bunun içindir ki, o çağı anımsadıkça halkın içi sızlar.
***
Hele içlerinde Boniface dedikleri yaşlı bir papacık vardı ki, öldüğünde tüm Avignon gözyaşı dökmekten bir hal olmuştu. Ne sempatik, ne nazik bir devletliydi! Katırının üstünden size o şekilde bir gülerdi ki! İster zavallı bir kökboya toplayıcısı, ister kentin yargıcı, kim olursanız olun, yanından geçtiniz mi sizi o şekilde terbiyeli terbiyeli kutsardı ki! Sözün kısası, tam Yvetot'ya
yakışacak bir papaydı, ama gülüşündeki incelik, külahındaki küçücük bir merzengüç dalıyla, bir Provence Yvetotsuna uygun bir papa... O şekilde Jeanneton'u filan da yoktu. Bu saygıdeğer pederin tek Jeanneton'u, bağıydı, Avignon'dan üç fersah uzakta, Château-Neuf'ün mersinleri içinde, elceğiziyle dikip yetiştirdiği küçücük bir bağ.
Her pazar ikindi duasından sonrasında, bu mukaddes şahıs, sevgili bağıyla cilveleşmeye giderdi ve orada, katırı yanıbaşında, kardinalleri de çevresinde asma kütüklerinin altına uzanmış, şöyleki ılık güneşe karşı bir yere oturdu mu, bağının şarabından (sonraları Château-Neuf des Papes ismi verilen o yakut rengindeki güzel şaraptan) bir şişe açtırır ve bağına seven gözlerle bakarak, yudum yudum içerdi. Sonrasında şişe boşalıp ortalık da kararmaya başlayınca, ardında kardinalleri, sevinç içinde kente dönerdi. Avignon Köprüsü'nden geçilirken, katırı, davulların ve horaların arasından oynak bir rahvan tutturur, kendi de külahıyla oyun havasına gidişat tutardı. Bu halini kardinalleri pek ayıplardı, ama halk, "Aman ne hoş yaradılışlı devletli! Aman ne iyi Papa!" diye onu pek severdi.
Château-Neuf'deki bağından sonrasında, Papanın şu bütün ülkelerde en fazlaca sevilmiş olduğu şey, katırıydı. Adamcağız, katırı için sanki çıldırırdı. Her gece yatmadan ilkin, ahırı ziyaret ederdi; kapısı iyice kapalı mı, değildir mi; yemliğinde bir eksiği var mı, yok mu diye... Gözü önünde bolca şekerli, bolca baharlı, Fransız yöntemiyle büyük bir kase şarap hazırlatmadan, sofradan kalkması olanaksızdı. Sonrasında, kardinallerinin karşı çıkmalarına rağmen, kaseyi kendi eliyle alıp katırına götürürdü... Ama doğrusu, o hayvan da, Tanrı için, buna uyardı ya! Efendim o ne katırdı o! Sağlam ayaklı, parlak tüylü, geniş ve dolgun sağrılı, ponponlar, fiyonglar, gümüş çıngıraklar, daha türlü türlü süsler içindeki kuru kafasını gururla kaldırmış, kızıl benekli, karayağız, güzel bir katır... Üstelik, melek benzer biçimde yumuşak huylu, saf bakışlıydı, devamlı sallanan o iki uzun kulağıyla büsbütün babayani bir görünümü vardı. Tüm Avignon halkı, onu sayardı; sokağa çıkınca, kendisine edilen iltifatın sonu yoktu. Hepimiz biliyordu ki, Papanın gözüne girmek için en iyi yol buydu. Tüm o masum davranışına rağmen Papanın katırı, birçoklarını servete ve mala boğmuştu. Bunun bir örneği de, Tistet Védène ve onun muhteşem serüveniydi.
Bu Tistes Védène, aslen, o şekilde arsız bir sokak çocuğuydu ki, babası kuyumcu Guy Védène, elini sişe sürmek istemediği, üstelik çırakları da baştan çıkardığı için, kendisini evden kovmuştu.
Çocuk, altı ay Avignon sokaklarında sürttü durdu, ama bilhassa papalık sarayı çevresinde dolaştı. Bunun sebebi de, çapkının uzun zamandan bu yana papanın katırıyla ilgili bir plan hazırlamış olmasıydı. Bu planın ne hınzırca bir şey bulunduğunu görmüş olacaksınız... Bigün, mukaddes şahıs hayvanına binmiş, yalnız başına surların altında gezinirken, bizim Tistet derhal karşılarına çıktı ve hayranlık içinde ellerini birbirine kavuşturarak:
- Aman Tanrım! dedi, ne de güzel katırınız var, saygıdeğer peder!... Geçin da belli bir miktar seyredeyim... Aman papacığım, ne nefis katır!... Almanya İmparatorunda dahi böylesi yoktur.
Sonrasında katırı okşamaya ve bir genç kıza söz söylüyormuş benzer biçimde ona tatlı tatlı diller dökmeye başladı:
- Gel bana elmasım, pırlantam, inci tanem...
İyi yürekli papacık, pek duygulandı ve içinden:
- Ne iyi çocuk!... Katırıma ne iyi davranıyor!... dedi.
Ertesi gün ne oldu, bilir misiniz? Tistet Védène, o parça parça olmuş sarı ceketini bir yana atıp sırtına dantelalı güzel bir kıyafet, mor ipekten kukuletalı bir pelerin giydi; ayaklarına da tokalı iskarpinlerini geçirdi ve kendisinden ilkin yalnızca asil çocuklarıyla kardinal yeğenlerinin alındığı tanrısal okuluna girdi. İşte dolap çevirmek diye buna derler! Ama Tistet bu şekilde de kalmadı.
Bu hovarda, Papa'nın hizmetine girer girmez o kendisine pek yaramış olan oyununu sürdürdü. Her insana karşı burun bir karış, ama katıra karşı bir itina, bir yaltaklanma, sormayın! Daima sarayın avlularında, elinde bir avuç yulaf ya da bir demet yoncayla dolaşır ve mukaddes kişinin balkonuna karşı elindekileri şöyleki bir silkerek "Bak, bu tür durumlar kime?" der benzer biçimde tavırlar takınırdı. Bu ve buna benzer o şekilde numaralar yapmış oldu ki, yaşlandığını duyumsayan papacık, sonunda ahıra bakma ve Fransız yöntemiyle hazırlanan şarap tayınını katıra götürme işini ona verdi. Bu da kardinallerin pek hoşuna gitmedi.
***
Hoş, aslen bu iş katırın da hoşuna gitmemişti ya!... Şimdi bundan böyle şarabın getirileceği saatlerde, devamlı beş altı ilahici çocuğun, pelerinleriyle, dantelalarıyla derhal samanın içine daldığını görüyordu. Sonrasında da bir süre geçince, ahırı sıcak ve nefis bir akide ve baharat kokusu dolduruyor ve Tistet Védène, elinde binbir özenle taşımış olduğu Fransız yöntemiyle hazırlanmış bir kase şarapla sökün ediyordu. İşte o süre, zavallı hayvanın çilesi başlıyordu.
Öylesine sevilmiş olduğu bu mis kokulu şarabı, içini ısıtan, sırtına kanatlar takan o güzelim şarabı, ta oraya, yemliğine kadar getirip kendisine koklatmak hainliği yapılıyor, sonrasında burun delikleri bu nefis kokuyla dolunca da, "Nah sana!" deniyor ve pembe alevli güzel içkinin tamamı, bu yumurcakların gırtlağına gidiyordu... Yalnızca şarabını çalmakla kalsalardı, her neyse... Ama tüm bu minik ilahici çetesi, şarabı çektiler mi ifrite dönüyorlardı!.. Birisi kulağını, öbürü kuyruğunu çekiyor, Quiquet sırtına biniyor, Beluguet külahını başına geçiriyordu. Bu çapkınların hiçbiri, hayvancağızın şöyleki bir kıç atmakla, bir çifte savuruvermekle, topunu aniden, ta kutup yıldızına ya da daha da öteye gönderebileceğini aklına dahi getirmiyordu. Ama ne yaparsınız! Serde papanın katırı olmak vardı... Çocuklar ne yaparsa yapsın, asla aldırış etmiyordu; yalnızca Tistet Védène'e içerliyordu. Onu, arkasında dolaşır gördükçe, nalları kaşınıyordu. Hani bunda da yerden göğe dek haklıydı doğrusu. Bu Tistet kopuğunun kırdığı koz bini aşmıştı; hele içince o şekilde hain buluşları vardı ki!...
Bigün onu, ta sarayın tepesindeki çan kulesine çıkarmayı aklına koymasın mı?.. Hani şunu bilin ki, bu size söylediğim şey, masal değildir, tam iki yüz bin Provencelı bu durumu gözüyle görmüş oldu. Bir kez zavallı katırın duyduğu o büyük korkuyu düşünün! Tam bir saat dolap beygiri benzer biçimde döne döne, karanlıkta bilmiyorum kaç basamaklı kule merdiveninden tırmandıktan sonrasında, ansızın ışık içinde pırıl pırıl sahanlığa çıkıveriyor ve tam bin ayak alt tarafta şaşırtıcı ve hayret verici bir Avignon kenti görüyor: Çarşıdaki dükkânlar fındık büyüklüğünde, kışlalarının önündeki askerler birer kırmızı karınca benzer biçimde, ötede gümüş bir tel üstüne kurulmuş ve üstünde boyuna dans edilen minnacık bir köprü... Vah zavallı hayvan! Korkudan ödü patlayacak!... Basmış olduğu naradan sarayın tüm camları zangır zangır titriyor.
Papacık can havliyle balkona fırlayarak:
- Ne oluyor? Ona ne yapıyorlar? diye bağıradursun, Tistet Védène, avluya inmiş dahi. Ağlar benzer biçimde yaparak, sanki saçını başını yoluyor:
- Ah mukaddes peder, ne mi var? Daha ne olacak... Katırınız... Tanrım! Şimdi ne yapacağız! Katırınızı görmüyor musunuz? Çan kulesine çıkmış!
- Kendi kendine mi?..
- Normal olarak mukaddes peder, kendi kendine... Bakın, ta yukarda... Görüyor musunuz? Yalnızca kulakları görünüyor... Sanki bir çift kırlangıç benzer biçimde...
Umarsız Papa, gözlerini göğe kaldırarak:
- Aman Tanrım! dedi. Çıldırmış sanırım! Kendini öldürecek... İnsene aşağı zavallı!..
Aşağı inmek ha! Katırın istediği şey de buydu, ama nereden? Merdivenden olamazdı. Merdiven denilen şeyden çıkılır, ama inişte olurya yüz kez ayağını kırma tehlikesi var... Zavallı katır, perişan bir durumda, gözleri evinden uğramış, hem sahanlıkta dört dönüyor, hem de Tistet Védène'i düşünüyordu:
- Seni haydut seni! Şuradan bir kurtulursam... Yarın sabah yiyeceğin çifteyi sen düşün!
Bu çifte atma düşüncesi, yüreğine güç veriyordu, yoksa bütün ülkelerde dayanamazdı... Sonunda onu kuleden indirebildiler; ama ne güçlüklerle... Hayvanı bir sedyeye koyarak bir sürü iplerle ve bucurgatlarla esenliğe ulaştırdılar. Papa'nın katırı olup da ipe bağlanmış ağustos böceği benzer biçimde, dört ayağı boşlukta, böylesine yüksekte asılı kalmak, ne utanılacak şeydi, bir kez düşünün! Hem tüm Avignon halkı, bu vakası seyretmişti!
Zavallı hayvan, tüm gece uyuyamadı. Kendisini hâlâ alt tarafta halkın kahkahalarıyla, o uğursuz sahanlıkta dört dönüyor sanıyordu. Sonrasında o Tistet Védène alçağını düşünüyor, ertesi sabah kerataya sevgi edeceği o nefis çifteyi hesaplıyordu. Ah dostlar, ne nefis çifte olacaktı o... Ahırda kendisine bu şekilde güzel bir kabul töreni hazırlanırken Tistet Védène ne yapıyordu, biliyor musunuz? Kraliçe Jeanne'ın sarayında diplomatik kurallarla görgü kurallarını öğrensinler diye kentin her yıl Napoli'ye gönderilmiş olduğu genç soylular içinde, Papanın bir kadırgasına binmiş, şarkı söyleye söyleye Rhône ırmağı süresince gidiyordu. Tistet, asil filan değildi, ama Papa, hayvana göstermiş olduğu özenden ve bilhassa kurtarma günündeki çabalarından dolayı kendisini ödüllendirmek istemişti.
Ertesi sabah, katırdaki üzüntüyü görmeyin. Çıngıraklarını öfkeyle sallayarak kendi kendine:
- Ah haydut! Kim bilir bir şeyler sezdi, diyordu. Ama olsun, sen gidedur kerata, dönüşte yersin çifteyi! Merak etme, saklarım.
Ve sakladı da!
Tistet'nin gidişinden sonrasında Papanın katırı o rahat yaşamına, o eski alışkanlıklarına tekrardan kavuştu. Bundan böyle ahırda ne Quiquet vardı, ne de Beliguet... O güzelim Fransız yöntemiyle hazırlanmış şarap günleri, gene geri gelmişti ve o günlerle beraber, keyif, sırtüstü yatıp uyumalar, Avignon Köprüsü'nden geçerken göbek atmalar tekrardan başlamıştı. Bununla beraber, o çan kulesi serüveninden sonrasında kentte kendisine karşı belli bir miktar soğuk davranılıyordu. Yolunun üstünde fısıldaşmalar oluyordu; yaşlı kimseler başlarını sallıyor, çocuklar, birbirlerine kuleyi göstererek gülüşüyorlardı. O iyi yürekli Papa'nın dahi, bu eski dostuna eskisi benzer biçimde itimatı kalmamıştı ve pazar günleri bağ dönüşünde, sırtında şöyleki bir şekerleme yaparken, aklına hep şu fikir geliyordu: "Ya uyanınca kendimi çan kulesinin tepesinde bulursam!" Katır bu tarz şeyleri seziyor ve asla ses çıkarmadan hep içine atıyor, üzüntü çekiyordu. Yalnızca, Tistet'nin ismi geçince, uzun kulakları ürperiyor ve gülümseyerek, nallarını kaldırım taşlarına sürte sürte biliyordu.
Bu şekilde yedi yıl geçti ve yedinci senenin sonunda Tistet Védène, Napoli sarayından geri döndü. Hemen hemen orada süresini doldurmamıştı, ama Papa'nın hardalcıbaşısının ansızın Avignon'da öldüğünü haber almış ve onun boşalan görevini gözüne kestirdiğinden, adaylar arasına girmek için ivedilikle dönmüştü.
Bu Védène dolapçısı, o şekilde büyümüş o şekilde gelişmişti ki, sarayın geniş bekleme salonuna girince, mukaddes peder onu ansızın tanıyamadı. Şunu da söylemeli ki,
YORUMLAR