Söyleşi, söyleşi türüne örnekler verir misiniz? Bir yazarın gündelik yaşam, insan, sanat ve edebiyatla ilgili bir mevzu hakkında ...
Söyleşi, söyleşi türüne örnekler verir misiniz?
Bir yazarın gündelik yaşam, insan, sanat ve edebiyatla ilgili bir mevzu hakkında düşüncelerini, sanki karşısında okuyucular varmış da onlarla söyleşi ediyormuşçasına sıcak ve içten bir anlatımla dile getirmiş olduğu yazılara “söyleşi†denir.
Söyleşi sözcüğü, dilimize Arapçadan geçmiştir. Söyleşi türündeki yazılara “söyleşi†de denmektedir.
Gündelik yaşamda insanı ilgilendiren derhal her şey sohbetin mevzusu olabilir. Söyleşi yazarı bir anısını, bir sanatçı arkadaşını, onun eserleri hakkında değerlendirmelerini, okumuş olduğu bir mecmua ve kitap hakkında düşüncelerini, izlediği bir beyaz perde ya da tiyatro hakkında yorumlarını, gündelik yaşamında gözüne takılan şeyleri okuyucularıyla paylaşır.
Söyleşi türündeki yazıların tecrübe etme, yazı, fıkra şeklinde öteki türlerden ayrılan yönü mevzunun işlenişinde, anlatımındadır. Okuyucu, söyleşi türündeki bir yazıyı okurken aniden yazar tarafınca kuşatıldığımızı, yazarın çekim gücünün etkisine girdiğimizi hissederiz. Sanki yazar ete kemiğe bürünür, karşımıza geçer, bizimle konuşur, bizlere sorular sorar. Azıcık dikkatimiz dağılsa, ses tonunu yükseltir, kaşlarını çatar, suratını ekşitir. Okuyucunun ağzından sorular sorar, bu soruları gene kendisi cevaplar. Okuyucuya “….. sizce de o şekilde değil mi?â€, “…. siz de bu şekilde düşünmez misiniz?†şeklinde sorular sorarak okuyuculardan onay bekler.
Yazar, ele almış olduğu mevzu ya da kişiyle ilgili düşüncelerini açıklarken bir bakarsınız öfkesinden köpürür, bir bakarsınız çok beğenmiştir, neşelenir, gülümser. Söyleşi türündeki yazılarda belli bir coşku, canlılık, çekim gücü vardır. Sanki yazar karşımıza geçmiş, ellerini kollarını kullanarak, kaşını gözünü oynatarak, ses tonu yükseltip alçaltarak, heyecanlı bir halde konuşmaktadır. Öyleki ki, karşımızda konuşan şahıs sanki yazar değil de kırk senelik yakın bir arkadaşımız ya da dostumuzdur. Yazarla okuyucu içinde böylesine bir yakın ve içten bir bağ kurulur.
Söyleşi yazarları kültür, sanat, edebiyat, felsefe şeklinde alanlarda varlıklı bir birikimi olan kişilerdir. Ele almış olduğu mevzuyu fazla derine inmeden, kanıtlama endişesi taşımadan, âdeta okuyucularla dertleşiyormuş şeklinde içten anlatır. Mevzunun ağırlaşmaya başladığı, okuyucunun sıkılmaya başladığını düşündüğü anda bir komiklik yaparak, bir nükte söyleyerek, bir fıkra anlatarak okuyucunun ilgisini canlı tutmayı başarır. Düşüncelerini kimi süre bir atasözü söyleyerek, bir vecize söyleyerek, kimi zaman de meşhur bir düşünürün sözleriyle pekiştirir. En can sıkan, en ağır mevzular bile usta bir söyleşi yazarının kalemiyle şekillenince neşeyle, keyifle okunan bir yazı haline dönüşür.
Söyleşi türündeki yazılar gazete ve dergilerde yayımlanır. Bu yazılar hemen sonra bir kitapta toplanabilir. Söyleşi türündeki yazılar üç-beş sayfalık kısa yazılardır.
Söyleşi Türündeki Eserler
Söyleşi türündeki eserlerin sayısı oldukça azdır. Edebiyatımızda söyleşi türüne örnek olarak şu eserleri verebiliriz:
Nurullah Ataç, “Söyleşilerâ€
Şevket Rado, “Eşref Saatâ€
Ahmet Rasim, “Ramazan Sohbetleriâ€
Suut Kemal Yetkin, “Edebiyat Söyleşileriâ€
Melih Cevdet Anday, “Dilimiz üzerine Konuşmalarâ€
Söyleşi Türü Örnek Metinler
BEZENMEK
Bilmiyorum ben kendime çekidüzen vermesini, derviş gibiyimdir. Berbere uğramaya üşenip sakal bir karış, saçlar öylesine, günlerce dolaştığım olur. Bir Mehmet Beyimiz vardı, çoktan öldü, rahmet dilemiş olacak, hatırlayıverdim. Tanışır, konuşurdum fakat, adımı asla mi merak etmemiş, yoksa unutu mu vermiş, nedir? Bigün benim için: “Hani saçı sakalı akar şeklinde bir adam geliyor buraya, o işte.†demiş, duyanların hepsi de anlamışlar ben olduğumu. Bana da söylediler, hoşuma gitti, doğrusu tam bulmuş rahmetli. Çamurdan kaçınmayı bir türlü beceremem; çoraplarım hep düşer; yakamla boyun-bağımın biri bir yandadır, biri bir yanda; cigara külüne bulanmışım, ona da aldırmam… Dedim ya, derviş gibiyimdir.
Eee! Nasıl yapsak? Düşünce adamıyım, bilim adamıyım ben; derin derin düşüncelerimden çıkıp da süslenmeye, dış güzelliklerle uğraşmaya ayıracak vaktim mi var benim? Okuyup okuyup da içimi bezeyeyim, kafamı donatayım, yeter bana. Fakat görenler beni beğenmeyeceklermiş, varsınlar beğenmesinler! Öyleki görünüş düşkünü kimselerin diyeceklerinden bana ne? Ben geçici şeylerle, istedik mi çıkarıp atabileceğimiz şeylerle değil, bizim ta içimize işleyen, benliğimizi yoğuran meziyetlerle övünen insanlardanım; onlarla yetinmeyip bir de dışa bakanlar uzak olsunlar benden, onlarla düşüp kalkmayı ister miyim ben?
Bilirsiniz beni, bilirsiniz de inanmazsınız bu son dediklerime. Saçımın sakalımın akar şeklinde olduğu, benim kendime çekidüzen vermesini bilmediğim doğrudur fakat övünülecek şey mi bu? Süslenmek, bezenmek elimden gelmez fakat süslenmeyi, bezenmeyi kötülemeye kalkanlara pek kızarım. Adam söylediğin üzerine başına da bakmalıdır; yalnız temiz giyinmesi de yetmez, kendine yakışacak şeyleri bulmalı, güzel olmaya, kendini bezendirmeye çalışmalıdır.
Güzel olmak… “Ya yaradılışından güzel değilse?†demeyiniz, en çirkin, en biçimsiz insanoğlu dahi, birazcık zevkleri var ise, o çirkinliklerini, biçimsizliklerini örtmenin, başka güzelliklerle karşılarındakilere unutturmamanın bir yolunu bulurlar. Süslenirler, bezenirler, öylelikle olsun kendilerini karşılarındakilere şirin gösterirler.
“Ben yaradılışımdan güzel değilim†deyip de boynunu bükmek olur mu? Uygarlık dediğiniz, bir bakıma, tabiatla savaşmak, tabiatı olduğu şeklinde bırakmayıp düzeltmek, insanoğlunun istediği hale getirmek değil midir? Öyleki olunca insanoğlu arasındaki çirkinlikleri de: “Ne yapalım? Öyleki doğan onlar!†deyip çirkin bırakamayız, onları da elimizden geldiğince güzelleştirmek borcumuzdur. Bittabi kendimizden başlayarak.
Bu söylediklerimin kendimi de kötülemek bulunduğunu biliyorum. Benim işime gelmiyor diye hakikatı saklayayım da işime gelecek doğrular mı uydurayım? üzerine başına bakmayan, kendine bir çekidüzen vermeye özenmeyen adam hakikaten medenî bir adam değildir. Bir kere o şekilde kimselerde çevrelerindekilere bir aldırışsızlık vardır. Çevrelerindekilere hakikaten aldırsalar, onları hakikaten düşünseler kendilerini onlara beğendirmek isterler. “Ben bu şekilde sallapati gezerim, korkulu bir suratım olur, gene de başkalarının arasına girerim, benimle konuşurlar, konuşmaya mecburdurlar.†demek kendini beğenmenin, büyüklenmenin ta kendisi değil midir? Bu şekilde kendini beğenen, büyüklenen kişiden topluma ne iyilik gelebilir? Bilgisi varmış, derin derin düşünceleri varmış, şu şekilde iyilikleri, bu şekilde üstünlükleri varmışâ€¦ Tüm o bilgisi, derin derin düşünceleri, iyilikleri, üstünlükleri kendisinde, başkalarınca da beğenilmek, başkalarınca da hoş, sempatik görülmek dileğini uyandırmamışlarsa topluma ne hayrı olur o şekilde meziyetlerin? İyi biliniz, süslenmeyi, bezenmeyi kötüleyen, bir kabahat saymaya kalkan kimseler, toplumu hiçe sayan kimselerdir. Çocuklarınızın, gençlerin kendilerini beğenmeyip cemiyet için çalışmalarını istiyorsanız, onlara bezenmek, kendilerini çevrelerine beğendirmek dileğini de aşılayınız. O bezekleri iç bezekler, dış bezekler diye de ayırmayınız. İkisi de lüzumludur, ikisi de birbirinin tamamlayıcısıdır.
Bezenmeyi kötüleyenlere bir başka bakımdan da kızarım. Ilkin kişilerin bezeklerine takılırlar, sonrasında da toplumun bezeklerini küçümserler. “Bize şairden ilkin, feylesoftan ilkin, iş adamı gerektir; tiyatrodan, eğlence yerlerinden ilkin daha mühim şeyler vardır.†diye kendilerini beğene beğene bir konuşurlar, maazallah! Tüyleri ürperir insanoğlunun. Giderek şairle feylesofu, tiyatroyu, eğlence yerlerini, hattâ derhal bir yarar sağlamayacak bilgilerle uğraşan kimseleri cemiyet için zararı dokunan saymaya başlarlar. Kişilerin güzel giymeye özenmelerini ayıpladıkları şeklinde sözlerini doğru dürüst anlatmaya, düşüncelerine bir şekil vermeye çalışmalarını da beğenmezler, onları birer şekil düşmanı olmakla suçlarlar, biçimsiz özün kendini belirtmeyeceğini anlamazlar da: “Biz öz istiyoruz, öz!†diye bağırırlar. Bu da her türlü medeniyetin yok olmasına varır.
(Nurullah Ataç, “Söyleşilerâ€)
GELDİĞİ GİBİ
Şu kış günleri yok mu sevemiyorum bir türlü… Her yıl bir boy: “İnsanların en fazlaca çalışmış oldukları, en fazlaca düşündükleri, en fazlaca eğlendikleri mevsim kıştır. Uzun gecelerde ocak başına büzülüp ne yapacağını şaşıran kişioğlu aklını işletmiş, hakikatleri sırları araştırmış, masallar uydurmuş, insanoğlu yasalar kurmuş. Uygarlığı kışın getirmiş olduğu gereksinimler yaratmış değil mi?†derim fakat olmuyor işte boşuna ta gençliğimde Remy de Gourmont'un bilmiyorum hangi kitabında okuduklarımdan kalma bu yankı kandıramıyor beni. Doğru sözler, doğru ya beni avutmaya, sonbahar sonu içimi sarmaya başlamış olan o korkuyu çağrıştırır perişanlığı gidermeye yetmiyor.
Soğuklardan yakınacak değilim. Ne yalan söyleyeyim? Öyleki çok üşümedim ömrümde; serinlikler basınca sırtımı pekleştirmenin, oturduğum yeri ısıtmanın bir çaresini bulurum. üşümenin, şu şekilde birazcık üşümenin de bir tadı vardır doğrusu. Kar altında beş on dakika, otuz dakika yürüdükten sonrasında sıcak bir odaya girip parmaklarınızı hohlamanın zevkine doyulur mu? Gözlerinizin içi parlar, “Vu-u-u-u! üşüdüm†diyerek mangala, sobaya yaklaşırken gülümsememek, gülmemek elinizde midir? Keyifle hatırlarsınız üşüdüğünüzü… Ben en fazlaca bir gece, otuz beş yıl oluyor, Sofya'da üşümüştüm; trenden inmiş, açık otomobille bir otele gidiyorduk, bir soğuk ki o şekilde paltoydu, atkıydı dinlemiyor, bıçak şeklinde işliyor insanoğlunun içine. Ertesi sabah öğrendik; meğer o gece sıfırın altında kırkı, kırk biri boylamışâ€¦ Aklıma geldikçe hâlâ titrerim. Hasretle anmıyorum o günü: “Öyle bir soğukla, ah! Tekrar karşılaşsam!†demiyorum, neme lâzım? Özenilecek şey mi? Gene de memnunum o soğuğu bir kere çektiğime… Bir ihtimal çektiğime değil de, çekmeyi geçirmiş olduğuma memnunum. Acayiptir hatıra, bakarsınız, en büyük sıkıntılara, bir tek geçtikleri için, geçmişe karıştıkları için bir güzellik veriverir.
Kışı, gündüzleri kısacık olduğundan sevmem. Sabahleyin bir türlü doğmak bilmeyen güneş erkenden de çekip gider. Hele şimdi! Saat dördü geçti mi, ortalık kararıveriyor. Ne anladım ben ondan? Penceremden bakıyorum, tertemiz bir hava, berrak… Bir çekicilik vardır Ankara'nın ışığında, İstanbul'unki şeklinde o şekilde baygın değildir, yarı sevdalı, yarı güzünlü hülyalar kurmaya sürüklemez insanı, çıkıp gezmeye çağırır. Fakat nereye gideceksin? Sen daha birazcık yürümeden sular kararacak, çevreni seçemez olacaksın. Lambaların ışığı ne kadar parlak olursa olsun, gezmelere elverişli değildir.
Aylı gecelerde, hattâ büsbütün karanlıkta yürümenin de zevki yoktur demedim. Düşüncelerine dalar, bir ihtimal kendin de pek fark etmeksizin hafiften bir türkü tutturur, o şekilde uzun uzun gidersin. Sonunda nereye varacaksın? Bilmezsin onu, kim bilir? Bir ihtimal kendi kendine varacaksın… Fakat onun için ortalık tenha olmalı, hepimiz evlerine çekildikten, yattıktan sonrasında, saat akşamın beşinde altısında o şekilde mi? Sokaklar kalabalık, gün daha bitmemişâ€¦ Ne ad takacağınızı bilemediğiniz bir süre: Ne gündüz, ne de gece; ne gündüzün ışığı var, ne de gecenin sükûnu, sessizliği. İster istemez içine karıştığınız anlaşılmaz haller şeklinde sinirlendirir sizi. Bir kurtulsanız, evinize mi gireceksiniz, nereye gireceksiniz girseniz de bir kurtulsanız. Kış günlerinin o saatlerinde günü tamamlamak için geceden kesilip gündüze eklenen saatlerinde, siz de o şekilde misiniz bilmiyorum, ben bir şaşkına dönerim. Vakti anlayamam bir türlü. Erken desem değil, ortalık kararmış; geç de desem değil, şehrin insanları daha işlerini, alışverişlerini bitirmemiş, sofralarına oturmamışlar. Kış, insanoğluna gündüzünü gecesini şaşırtan bir mevsimdir.
“Yaşlandın sen artık, kocadın, otuz dakika dolaşsan yoruluveriyorsun, dizlerin tutmuyor, bir de gezme sözü mü edeceksin?†diyeceksiniz. Haklısınız. Evet, yürüyemiyorum artık, çabucak bir kesiklik geliyor. Fakat yaşlandım diye benim gezme, uzun uzun gezme hülyaları kurmamı da yasak edecek değilsiniz ya! Bırakın, unutuvereyim yaşlandığımı, unutayım da yaz erişince, o uzun günlerde dilediğimce gezebileceğimi umayım… Hem ben ışığı, ışıklı günleri yalnız dolaşmak, yürümek için sevmem ki! Bir yerde oturup çevrenize, ta uzaklara bakmanın da tadı yok mu? Gözlerinizin görebildiği tüm bölgeler sizindir, şu tepelerdeki ağaçlar, bir sıraya dizilmiş şu renk renk evler, şu uzaklaşan insan, şu yaklaştıkça yüzü beliren gölge, hepsi, hepsi sizindir; sizindir de değil, sizsiniz onlar… Onlara baktıkça, onları gördükçe benliğinizin genişlediğini, zenginleştiğini duyarsınız. Yalnız değilsiniz, çevrenizde, gözünüzün görebildiği kadar ötelerde yaşam var, hepsini sevebilir, hepsini düşünebilirsiniz. Kışın ise o şekilde mi? Daralıverir, küçülüverir çevreniz. O kısacık günler, bu yeryüzünün varlıklarıyla beslenmenize yetmez, uzun gecelerde ise kendi kendinizle baş başa kalır, gündüz toplayabildiğiniz azıcık şeyi de çabucak tüketirsiniz. Ah! Bu kış geceleri, bitmek bilmeyen, insanı kendine kendine, hep kendi kendini düşünmeye sürükleyen kış geceleri! Size hep kendi kendinizi düşündürdüğü için de benliğinizi gözünüzde büyütür, büyütür. İçinizde tükenmez hazineler bulunduğunu sandırır… Evet, uygarlığı bir ihtimal kışın getirmiş olduğu gereksinimler yaratmıştır, kış geceleri bir ihtimal hakikatleri araştırmaya, sırları çözümlemeye masallar uydurmaya, insanoğlu, yasalar kurmaya elverişlidir, bizi kendi kendimizle uğraşmaya, kendimizi beğenmeye sürükleyen de odur…
Neye yazdım bu satırları? Hiç… Işığa hasretimi, ışıklı yaz günlerine hasretimi söylemek istedim, işte o denli. Bu şekilde geldi, bu şekilde yazdım.
(Nurullah Ataç, “Söyleşilerâ€)
Söyleşi sözcüğü, dilimize Arapçadan geçmiştir. Söyleşi türündeki yazılara “söyleşi†de denmektedir.
Gündelik yaşamda insanı ilgilendiren derhal her şey sohbetin mevzusu olabilir. Söyleşi yazarı bir anısını, bir sanatçı arkadaşını, onun eserleri hakkında değerlendirmelerini, okumuş olduğu bir mecmua ve kitap hakkında düşüncelerini, izlediği bir beyaz perde ya da tiyatro hakkında yorumlarını, gündelik yaşamında gözüne takılan şeyleri okuyucularıyla paylaşır.
Söyleşi türündeki yazıların tecrübe etme, yazı, fıkra şeklinde öteki türlerden ayrılan yönü mevzunun işlenişinde, anlatımındadır. Okuyucu, söyleşi türündeki bir yazıyı okurken aniden yazar tarafınca kuşatıldığımızı, yazarın çekim gücünün etkisine girdiğimizi hissederiz. Sanki yazar ete kemiğe bürünür, karşımıza geçer, bizimle konuşur, bizlere sorular sorar. Azıcık dikkatimiz dağılsa, ses tonunu yükseltir, kaşlarını çatar, suratını ekşitir. Okuyucunun ağzından sorular sorar, bu soruları gene kendisi cevaplar. Okuyucuya “….. sizce de o şekilde değil mi?â€, “…. siz de bu şekilde düşünmez misiniz?†şeklinde sorular sorarak okuyuculardan onay bekler.
Yazar, ele almış olduğu mevzu ya da kişiyle ilgili düşüncelerini açıklarken bir bakarsınız öfkesinden köpürür, bir bakarsınız çok beğenmiştir, neşelenir, gülümser. Söyleşi türündeki yazılarda belli bir coşku, canlılık, çekim gücü vardır. Sanki yazar karşımıza geçmiş, ellerini kollarını kullanarak, kaşını gözünü oynatarak, ses tonu yükseltip alçaltarak, heyecanlı bir halde konuşmaktadır. Öyleki ki, karşımızda konuşan şahıs sanki yazar değil de kırk senelik yakın bir arkadaşımız ya da dostumuzdur. Yazarla okuyucu içinde böylesine bir yakın ve içten bir bağ kurulur.
Söyleşi yazarları kültür, sanat, edebiyat, felsefe şeklinde alanlarda varlıklı bir birikimi olan kişilerdir. Ele almış olduğu mevzuyu fazla derine inmeden, kanıtlama endişesi taşımadan, âdeta okuyucularla dertleşiyormuş şeklinde içten anlatır. Mevzunun ağırlaşmaya başladığı, okuyucunun sıkılmaya başladığını düşündüğü anda bir komiklik yaparak, bir nükte söyleyerek, bir fıkra anlatarak okuyucunun ilgisini canlı tutmayı başarır. Düşüncelerini kimi süre bir atasözü söyleyerek, bir vecize söyleyerek, kimi zaman de meşhur bir düşünürün sözleriyle pekiştirir. En can sıkan, en ağır mevzular bile usta bir söyleşi yazarının kalemiyle şekillenince neşeyle, keyifle okunan bir yazı haline dönüşür.
Söyleşi türündeki yazılar gazete ve dergilerde yayımlanır. Bu yazılar hemen sonra bir kitapta toplanabilir. Söyleşi türündeki yazılar üç-beş sayfalık kısa yazılardır.
Söyleşi Türündeki Eserler
Söyleşi türündeki eserlerin sayısı oldukça azdır. Edebiyatımızda söyleşi türüne örnek olarak şu eserleri verebiliriz:
Nurullah Ataç, “Söyleşilerâ€
Şevket Rado, “Eşref Saatâ€
Ahmet Rasim, “Ramazan Sohbetleriâ€
Suut Kemal Yetkin, “Edebiyat Söyleşileriâ€
Melih Cevdet Anday, “Dilimiz üzerine Konuşmalarâ€
Söyleşi Türü Örnek Metinler
BEZENMEK
Bilmiyorum ben kendime çekidüzen vermesini, derviş gibiyimdir. Berbere uğramaya üşenip sakal bir karış, saçlar öylesine, günlerce dolaştığım olur. Bir Mehmet Beyimiz vardı, çoktan öldü, rahmet dilemiş olacak, hatırlayıverdim. Tanışır, konuşurdum fakat, adımı asla mi merak etmemiş, yoksa unutu mu vermiş, nedir? Bigün benim için: “Hani saçı sakalı akar şeklinde bir adam geliyor buraya, o işte.†demiş, duyanların hepsi de anlamışlar ben olduğumu. Bana da söylediler, hoşuma gitti, doğrusu tam bulmuş rahmetli. Çamurdan kaçınmayı bir türlü beceremem; çoraplarım hep düşer; yakamla boyun-bağımın biri bir yandadır, biri bir yanda; cigara külüne bulanmışım, ona da aldırmam… Dedim ya, derviş gibiyimdir.
Eee! Nasıl yapsak? Düşünce adamıyım, bilim adamıyım ben; derin derin düşüncelerimden çıkıp da süslenmeye, dış güzelliklerle uğraşmaya ayıracak vaktim mi var benim? Okuyup okuyup da içimi bezeyeyim, kafamı donatayım, yeter bana. Fakat görenler beni beğenmeyeceklermiş, varsınlar beğenmesinler! Öyleki görünüş düşkünü kimselerin diyeceklerinden bana ne? Ben geçici şeylerle, istedik mi çıkarıp atabileceğimiz şeylerle değil, bizim ta içimize işleyen, benliğimizi yoğuran meziyetlerle övünen insanlardanım; onlarla yetinmeyip bir de dışa bakanlar uzak olsunlar benden, onlarla düşüp kalkmayı ister miyim ben?
Bilirsiniz beni, bilirsiniz de inanmazsınız bu son dediklerime. Saçımın sakalımın akar şeklinde olduğu, benim kendime çekidüzen vermesini bilmediğim doğrudur fakat övünülecek şey mi bu? Süslenmek, bezenmek elimden gelmez fakat süslenmeyi, bezenmeyi kötülemeye kalkanlara pek kızarım. Adam söylediğin üzerine başına da bakmalıdır; yalnız temiz giyinmesi de yetmez, kendine yakışacak şeyleri bulmalı, güzel olmaya, kendini bezendirmeye çalışmalıdır.
Güzel olmak… “Ya yaradılışından güzel değilse?†demeyiniz, en çirkin, en biçimsiz insanoğlu dahi, birazcık zevkleri var ise, o çirkinliklerini, biçimsizliklerini örtmenin, başka güzelliklerle karşılarındakilere unutturmamanın bir yolunu bulurlar. Süslenirler, bezenirler, öylelikle olsun kendilerini karşılarındakilere şirin gösterirler.
“Ben yaradılışımdan güzel değilim†deyip de boynunu bükmek olur mu? Uygarlık dediğiniz, bir bakıma, tabiatla savaşmak, tabiatı olduğu şeklinde bırakmayıp düzeltmek, insanoğlunun istediği hale getirmek değil midir? Öyleki olunca insanoğlu arasındaki çirkinlikleri de: “Ne yapalım? Öyleki doğan onlar!†deyip çirkin bırakamayız, onları da elimizden geldiğince güzelleştirmek borcumuzdur. Bittabi kendimizden başlayarak.
Bu söylediklerimin kendimi de kötülemek bulunduğunu biliyorum. Benim işime gelmiyor diye hakikatı saklayayım da işime gelecek doğrular mı uydurayım? üzerine başına bakmayan, kendine bir çekidüzen vermeye özenmeyen adam hakikaten medenî bir adam değildir. Bir kere o şekilde kimselerde çevrelerindekilere bir aldırışsızlık vardır. Çevrelerindekilere hakikaten aldırsalar, onları hakikaten düşünseler kendilerini onlara beğendirmek isterler. “Ben bu şekilde sallapati gezerim, korkulu bir suratım olur, gene de başkalarının arasına girerim, benimle konuşurlar, konuşmaya mecburdurlar.†demek kendini beğenmenin, büyüklenmenin ta kendisi değil midir? Bu şekilde kendini beğenen, büyüklenen kişiden topluma ne iyilik gelebilir? Bilgisi varmış, derin derin düşünceleri varmış, şu şekilde iyilikleri, bu şekilde üstünlükleri varmışâ€¦ Tüm o bilgisi, derin derin düşünceleri, iyilikleri, üstünlükleri kendisinde, başkalarınca da beğenilmek, başkalarınca da hoş, sempatik görülmek dileğini uyandırmamışlarsa topluma ne hayrı olur o şekilde meziyetlerin? İyi biliniz, süslenmeyi, bezenmeyi kötüleyen, bir kabahat saymaya kalkan kimseler, toplumu hiçe sayan kimselerdir. Çocuklarınızın, gençlerin kendilerini beğenmeyip cemiyet için çalışmalarını istiyorsanız, onlara bezenmek, kendilerini çevrelerine beğendirmek dileğini de aşılayınız. O bezekleri iç bezekler, dış bezekler diye de ayırmayınız. İkisi de lüzumludur, ikisi de birbirinin tamamlayıcısıdır.
Bezenmeyi kötüleyenlere bir başka bakımdan da kızarım. Ilkin kişilerin bezeklerine takılırlar, sonrasında da toplumun bezeklerini küçümserler. “Bize şairden ilkin, feylesoftan ilkin, iş adamı gerektir; tiyatrodan, eğlence yerlerinden ilkin daha mühim şeyler vardır.†diye kendilerini beğene beğene bir konuşurlar, maazallah! Tüyleri ürperir insanoğlunun. Giderek şairle feylesofu, tiyatroyu, eğlence yerlerini, hattâ derhal bir yarar sağlamayacak bilgilerle uğraşan kimseleri cemiyet için zararı dokunan saymaya başlarlar. Kişilerin güzel giymeye özenmelerini ayıpladıkları şeklinde sözlerini doğru dürüst anlatmaya, düşüncelerine bir şekil vermeye çalışmalarını da beğenmezler, onları birer şekil düşmanı olmakla suçlarlar, biçimsiz özün kendini belirtmeyeceğini anlamazlar da: “Biz öz istiyoruz, öz!†diye bağırırlar. Bu da her türlü medeniyetin yok olmasına varır.
(Nurullah Ataç, “Söyleşilerâ€)
GELDİĞİ GİBİ
Şu kış günleri yok mu sevemiyorum bir türlü… Her yıl bir boy: “İnsanların en fazlaca çalışmış oldukları, en fazlaca düşündükleri, en fazlaca eğlendikleri mevsim kıştır. Uzun gecelerde ocak başına büzülüp ne yapacağını şaşıran kişioğlu aklını işletmiş, hakikatleri sırları araştırmış, masallar uydurmuş, insanoğlu yasalar kurmuş. Uygarlığı kışın getirmiş olduğu gereksinimler yaratmış değil mi?†derim fakat olmuyor işte boşuna ta gençliğimde Remy de Gourmont'un bilmiyorum hangi kitabında okuduklarımdan kalma bu yankı kandıramıyor beni. Doğru sözler, doğru ya beni avutmaya, sonbahar sonu içimi sarmaya başlamış olan o korkuyu çağrıştırır perişanlığı gidermeye yetmiyor.
Soğuklardan yakınacak değilim. Ne yalan söyleyeyim? Öyleki çok üşümedim ömrümde; serinlikler basınca sırtımı pekleştirmenin, oturduğum yeri ısıtmanın bir çaresini bulurum. üşümenin, şu şekilde birazcık üşümenin de bir tadı vardır doğrusu. Kar altında beş on dakika, otuz dakika yürüdükten sonrasında sıcak bir odaya girip parmaklarınızı hohlamanın zevkine doyulur mu? Gözlerinizin içi parlar, “Vu-u-u-u! üşüdüm†diyerek mangala, sobaya yaklaşırken gülümsememek, gülmemek elinizde midir? Keyifle hatırlarsınız üşüdüğünüzü… Ben en fazlaca bir gece, otuz beş yıl oluyor, Sofya'da üşümüştüm; trenden inmiş, açık otomobille bir otele gidiyorduk, bir soğuk ki o şekilde paltoydu, atkıydı dinlemiyor, bıçak şeklinde işliyor insanoğlunun içine. Ertesi sabah öğrendik; meğer o gece sıfırın altında kırkı, kırk biri boylamışâ€¦ Aklıma geldikçe hâlâ titrerim. Hasretle anmıyorum o günü: “Öyle bir soğukla, ah! Tekrar karşılaşsam!†demiyorum, neme lâzım? Özenilecek şey mi? Gene de memnunum o soğuğu bir kere çektiğime… Bir ihtimal çektiğime değil de, çekmeyi geçirmiş olduğuma memnunum. Acayiptir hatıra, bakarsınız, en büyük sıkıntılara, bir tek geçtikleri için, geçmişe karıştıkları için bir güzellik veriverir.
Kışı, gündüzleri kısacık olduğundan sevmem. Sabahleyin bir türlü doğmak bilmeyen güneş erkenden de çekip gider. Hele şimdi! Saat dördü geçti mi, ortalık kararıveriyor. Ne anladım ben ondan? Penceremden bakıyorum, tertemiz bir hava, berrak… Bir çekicilik vardır Ankara'nın ışığında, İstanbul'unki şeklinde o şekilde baygın değildir, yarı sevdalı, yarı güzünlü hülyalar kurmaya sürüklemez insanı, çıkıp gezmeye çağırır. Fakat nereye gideceksin? Sen daha birazcık yürümeden sular kararacak, çevreni seçemez olacaksın. Lambaların ışığı ne kadar parlak olursa olsun, gezmelere elverişli değildir.
Aylı gecelerde, hattâ büsbütün karanlıkta yürümenin de zevki yoktur demedim. Düşüncelerine dalar, bir ihtimal kendin de pek fark etmeksizin hafiften bir türkü tutturur, o şekilde uzun uzun gidersin. Sonunda nereye varacaksın? Bilmezsin onu, kim bilir? Bir ihtimal kendi kendine varacaksın… Fakat onun için ortalık tenha olmalı, hepimiz evlerine çekildikten, yattıktan sonrasında, saat akşamın beşinde altısında o şekilde mi? Sokaklar kalabalık, gün daha bitmemişâ€¦ Ne ad takacağınızı bilemediğiniz bir süre: Ne gündüz, ne de gece; ne gündüzün ışığı var, ne de gecenin sükûnu, sessizliği. İster istemez içine karıştığınız anlaşılmaz haller şeklinde sinirlendirir sizi. Bir kurtulsanız, evinize mi gireceksiniz, nereye gireceksiniz girseniz de bir kurtulsanız. Kış günlerinin o saatlerinde günü tamamlamak için geceden kesilip gündüze eklenen saatlerinde, siz de o şekilde misiniz bilmiyorum, ben bir şaşkına dönerim. Vakti anlayamam bir türlü. Erken desem değil, ortalık kararmış; geç de desem değil, şehrin insanları daha işlerini, alışverişlerini bitirmemiş, sofralarına oturmamışlar. Kış, insanoğluna gündüzünü gecesini şaşırtan bir mevsimdir.
“Yaşlandın sen artık, kocadın, otuz dakika dolaşsan yoruluveriyorsun, dizlerin tutmuyor, bir de gezme sözü mü edeceksin?†diyeceksiniz. Haklısınız. Evet, yürüyemiyorum artık, çabucak bir kesiklik geliyor. Fakat yaşlandım diye benim gezme, uzun uzun gezme hülyaları kurmamı da yasak edecek değilsiniz ya! Bırakın, unutuvereyim yaşlandığımı, unutayım da yaz erişince, o uzun günlerde dilediğimce gezebileceğimi umayım… Hem ben ışığı, ışıklı günleri yalnız dolaşmak, yürümek için sevmem ki! Bir yerde oturup çevrenize, ta uzaklara bakmanın da tadı yok mu? Gözlerinizin görebildiği tüm bölgeler sizindir, şu tepelerdeki ağaçlar, bir sıraya dizilmiş şu renk renk evler, şu uzaklaşan insan, şu yaklaştıkça yüzü beliren gölge, hepsi, hepsi sizindir; sizindir de değil, sizsiniz onlar… Onlara baktıkça, onları gördükçe benliğinizin genişlediğini, zenginleştiğini duyarsınız. Yalnız değilsiniz, çevrenizde, gözünüzün görebildiği kadar ötelerde yaşam var, hepsini sevebilir, hepsini düşünebilirsiniz. Kışın ise o şekilde mi? Daralıverir, küçülüverir çevreniz. O kısacık günler, bu yeryüzünün varlıklarıyla beslenmenize yetmez, uzun gecelerde ise kendi kendinizle baş başa kalır, gündüz toplayabildiğiniz azıcık şeyi de çabucak tüketirsiniz. Ah! Bu kış geceleri, bitmek bilmeyen, insanı kendine kendine, hep kendi kendini düşünmeye sürükleyen kış geceleri! Size hep kendi kendinizi düşündürdüğü için de benliğinizi gözünüzde büyütür, büyütür. İçinizde tükenmez hazineler bulunduğunu sandırır… Evet, uygarlığı bir ihtimal kışın getirmiş olduğu gereksinimler yaratmıştır, kış geceleri bir ihtimal hakikatleri araştırmaya, sırları çözümlemeye masallar uydurmaya, insanoğlu, yasalar kurmaya elverişlidir, bizi kendi kendimizle uğraşmaya, kendimizi beğenmeye sürükleyen de odur…
Neye yazdım bu satırları? Hiç… Işığa hasretimi, ışıklı yaz günlerine hasretimi söylemek istedim, işte o denli. Bu şekilde geldi, bu şekilde yazdım.
(Nurullah Ataç, “Söyleşilerâ€)
Söyleşi (Söyleşi) Nedir?
Fabl türüne örnekler verir misiniz?
Söyleşi türleri hakkında örnekler verir misiniz?
Bu bildiri 'en iyi yanıt' seçilmiştir.
Bir yazarın gündelik yaşam, insan, sanat ve edebiyatla ilgili bir mevzu hakkında düşüncelerini, sanki karşısında okuyucular varmış da onlarla söyleşi ediyormuşçasına sıcak ve içten bir anlatımla dile getirmiş olduğu yazılara “söyleşi†denir.
Söyleşi sözcüğü, dilimize Arapçadan geçmiştir. Söyleşi türündeki yazılara “söyleşi†de denmektedir.
Gündelik yaşamda insanı ilgilendiren derhal her şey sohbetin mevzusu olabilir. Söyleşi yazarı bir anısını, bir sanatçı arkadaşını, onun eserleri hakkında değerlendirmelerini, okumuş olduğu bir mecmua ve kitap hakkında düşüncelerini, izlediği bir beyaz perde ya da tiyatro hakkında yorumlarını, gündelik yaşamında gözüne takılan şeyleri okuyucularıyla paylaşır.
Söyleşi türündeki yazıların tecrübe etme, yazı, fıkra şeklinde öteki türlerden ayrılan yönü mevzunun işlenişinde, anlatımındadır. Okuyucu, söyleşi türündeki bir yazıyı okurken aniden yazar tarafınca kuşatıldığımızı, yazarın çekim gücünün etkisine girdiğimizi hissederiz. Sanki yazar ete kemiğe bürünür, karşımıza geçer, bizimle konuşur, bizlere sorular sorar. Azıcık dikkatimiz dağılsa, ses tonunu yükseltir, kaşlarını çatar, suratını ekşitir. Okuyucunun ağzından sorular sorar, bu soruları gene kendisi cevaplar. Okuyucuya “….. sizce de o şekilde değil mi?â€, “…. siz de bu şekilde düşünmez misiniz?†şeklinde sorular sorarak okuyuculardan onay bekler.
Yazar, ele almış olduğu mevzu ya da kişiyle ilgili düşüncelerini açıklarken bir bakarsınız öfkesinden köpürür, bir bakarsınız çok beğenmiştir, neşelenir, gülümser. Söyleşi türündeki yazılarda belli bir coşku, canlılık, çekim gücü vardır. Sanki yazar karşımıza geçmiş, ellerini kollarını kullanarak, kaşını gözünü oynatarak, ses tonu yükseltip alçaltarak, heyecanlı bir halde konuşmaktadır. Öyleki ki, karşımızda konuşan şahıs sanki yazar değil de kırk senelik yakın bir arkadaşımız ya da dostumuzdur. Yazarla okuyucu içinde böylesine bir yakın ve içten bir bağ kurulur.
Söyleşi yazarları kültür, sanat, edebiyat, felsefe şeklinde alanlarda varlıklı bir birikimi olan kişilerdir. Ele almış olduğu mevzuyu fazla derine inmeden, kanıtlama endişesi taşımadan, âdeta okuyucularla dertleşiyormuş şeklinde içten anlatır. Mevzunun ağırlaşmaya başladığı, okuyucunun sıkılmaya başladığını düşündüğü anda bir komiklik yaparak, bir nükte söyleyerek, bir fıkra anlatarak okuyucunun ilgisini canlı tutmayı başarır. Düşüncelerini kimi süre bir atasözü söyleyerek, bir vecize söyleyerek, kimi zaman de meşhur bir düşünürün sözleriyle pekiştirir. En can sıkan, en ağır mevzular bile usta bir söyleşi yazarının kalemiyle şekillenince neşeyle, keyifle okunan bir yazı haline dönüşür.
Söyleşi türündeki yazılar gazete ve dergilerde yayımlanır. Bu yazılar hemen sonra bir kitapta toplanabilir. Söyleşi türündeki yazılar üç-beş sayfalık kısa yazılardır.
Söyleşi Türündeki Eserler
Söyleşi türündeki eserlerin sayısı oldukça azdır. Edebiyatımızda söyleşi türüne örnek olarak şu eserleri verebiliriz:
Nurullah Ataç, “Söyleşilerâ€
Şevket Rado, “Eşref Saatâ€
Ahmet Rasim, “Ramazan Sohbetleriâ€
Suut Kemal Yetkin, “Edebiyat Söyleşileriâ€
Melih Cevdet Anday, “Dilimiz üzerine Konuşmalarâ€
Söyleşi Türü Örnek Metinler
BEZENMEK
Bilmiyorum ben kendime çekidüzen vermesini, derviş gibiyimdir. Berbere uğramaya üşenip sakal bir karış, saçlar öylesine, günlerce dolaştığım olur. Bir Mehmet Beyimiz vardı, çoktan öldü, rahmet dilemiş olacak, hatırlayıverdim. Tanışır, konuşurdum fakat, adımı asla mi merak etmemiş, yoksa unutu mu vermiş, nedir? Bigün benim için: “Hani saçı sakalı akar şeklinde bir adam geliyor buraya, o işte.†demiş, duyanların hepsi de anlamışlar ben olduğumu. Bana da söylediler, hoşuma gitti, doğrusu tam bulmuş rahmetli. Çamurdan kaçınmayı bir türlü beceremem; çoraplarım hep düşer; yakamla boyun-bağımın biri bir yandadır, biri bir yanda; cigara külüne bulanmışım, ona da aldırmam… Dedim ya, derviş gibiyimdir.
Eee! Nasıl yapsak? Düşünce adamıyım, bilim adamıyım ben; derin derin düşüncelerimden çıkıp da süslenmeye, dış güzelliklerle uğraşmaya ayıracak vaktim mi var benim? Okuyup okuyup da içimi bezeyeyim, kafamı donatayım, yeter bana. Fakat görenler beni beğenmeyeceklermiş, varsınlar beğenmesinler! Öyleki görünüş düşkünü kimselerin diyeceklerinden bana ne? Ben geçici şeylerle, istedik mi çıkarıp atabileceğimiz şeylerle değil, bizim ta içimize işleyen, benliğimizi yoğuran meziyetlerle övünen insanlardanım; onlarla yetinmeyip bir de dışa bakanlar uzak olsunlar benden, onlarla düşüp kalkmayı ister miyim ben?
Bilirsiniz beni, bilirsiniz de inanmazsınız bu son dediklerime. Saçımın sakalımın akar şeklinde olduğu, benim kendime çekidüzen vermesini bilmediğim doğrudur fakat övünülecek şey mi bu? Süslenmek, bezenmek elimden gelmez fakat süslenmeyi, bezenmeyi kötülemeye kalkanlara pek kızarım. Adam söylediğin üzerine başına da bakmalıdır; yalnız temiz giyinmesi de yetmez, kendine yakışacak şeyleri bulmalı, güzel olmaya, kendini bezendirmeye çalışmalıdır.
Güzel olmak… “Ya yaradılışından güzel değilse?†demeyiniz, en çirkin, en biçimsiz insanoğlu dahi, birazcık zevkleri var ise, o çirkinliklerini, biçimsizliklerini örtmenin, başka güzelliklerle karşılarındakilere unutturmamanın bir yolunu bulurlar. Süslenirler, bezenirler, öylelikle olsun kendilerini karşılarındakilere şirin gösterirler.
“Ben yaradılışımdan güzel değilim†deyip de boynunu bükmek olur mu? Uygarlık dediğiniz, bir bakıma, tabiatla savaşmak, tabiatı olduğu şeklinde bırakmayıp düzeltmek, insanoğlunun istediği hale getirmek değil midir? Öyleki olunca insanoğlu arasındaki çirkinlikleri de: “Ne yapalım? Öyleki doğan onlar!†deyip çirkin bırakamayız, onları da elimizden geldiğince güzelleştirmek borcumuzdur. Bittabi kendimizden başlayarak.
Bu söylediklerimin kendimi de kötülemek bulunduğunu biliyorum. Benim işime gelmiyor diye hakikatı saklayayım da işime gelecek doğrular mı uydurayım? üzerine başına bakmayan, kendine bir çekidüzen vermeye özenmeyen adam hakikaten medenî bir adam değildir. Bir kere o şekilde kimselerde çevrelerindekilere bir aldırışsızlık vardır. Çevrelerindekilere hakikaten aldırsalar, onları hakikaten düşünseler kendilerini onlara beğendirmek isterler. “Ben bu şekilde sallapati gezerim, korkulu bir suratım olur, gene de başkalarının arasına girerim, benimle konuşurlar, konuşmaya mecburdurlar.†demek kendini beğenmenin, büyüklenmenin ta kendisi değil midir? Bu şekilde kendini beğenen, büyüklenen kişiden topluma ne iyilik gelebilir? Bilgisi varmış, derin derin düşünceleri varmış, şu şekilde iyilikleri, bu şekilde üstünlükleri varmışâ€¦ Tüm o bilgisi, derin derin düşünceleri, iyilikleri, üstünlükleri kendisinde, başkalarınca da beğenilmek, başkalarınca da hoş, sempatik görülmek dileğini uyandırmamışlarsa topluma ne hayrı olur o şekilde meziyetlerin? İyi biliniz, süslenmeyi, bezenmeyi kötüleyen, bir kabahat saymaya kalkan kimseler, toplumu hiçe sayan kimselerdir. Çocuklarınızın, gençlerin kendilerini beğenmeyip cemiyet için çalışmalarını istiyorsanız, onlara bezenmek, kendilerini çevrelerine beğendirmek dileğini de aşılayınız. O bezekleri iç bezekler, dış bezekler diye de ayırmayınız. İkisi de lüzumludur, ikisi de birbirinin tamamlayıcısıdır.
Bezenmeyi kötüleyenlere bir başka bakımdan da kızarım. Ilkin kişilerin bezeklerine takılırlar, sonrasında da toplumun bezeklerini küçümserler. “Bize şairden ilkin, feylesoftan ilkin, iş adamı gerektir; tiyatrodan, eğlence yerlerinden ilkin daha mühim şeyler vardır.†diye kendilerini beğene beğene bir konuşurlar, maazallah! Tüyleri ürperir insanoğlunun. Giderek şairle feylesofu, tiyatroyu, eğlence yerlerini, hattâ derhal bir yarar sağlamayacak bilgilerle uğraşan kimseleri cemiyet için zararı dokunan saymaya başlarlar. Kişilerin güzel giymeye özenmelerini ayıpladıkları şeklinde sözlerini doğru dürüst anlatmaya, düşüncelerine bir şekil vermeye çalışmalarını da beğenmezler, onları birer şekil düşmanı olmakla suçlarlar, biçimsiz özün kendini belirtmeyeceğini anlamazlar da: “Biz öz istiyoruz, öz!†diye bağırırlar. Bu da her türlü medeniyetin yok olmasına varır.
(Nurullah Ataç, “Söyleşilerâ€)
GELDİĞİ GİBİ
Şu kış günleri yok mu sevemiyorum bir türlü… Her yıl bir boy: “İnsanların en fazlaca çalışmış oldukları, en fazlaca düşündükleri, en fazlaca eğlendikleri mevsim kıştır. Uzun gecelerde ocak başına büzülüp ne yapacağını şaşıran kişioğlu aklını işletmiş, hakikatleri sırları araştırmış, masallar uydurmuş, insanoğlu yasalar kurmuş. Uygarlığı kışın getirmiş olduğu gereksinimler yaratmış değil mi?†derim fakat olmuyor işte boşuna ta gençliğimde Remy de Gourmont'un bilmiyorum hangi kitabında okuduklarımdan kalma bu yankı kandıramıyor beni. Doğru sözler, doğru ya beni avutmaya, sonbahar sonu içimi sarmaya başlamış olan o korkuyu çağrıştırır perişanlığı gidermeye yetmiyor.
Soğuklardan yakınacak değilim. Ne yalan söyleyeyim? Öyleki çok üşümedim ömrümde; serinlikler basınca sırtımı pekleştirmenin, oturduğum yeri ısıtmanın bir çaresini bulurum. üşümenin, şu şekilde birazcık üşümenin de bir tadı vardır doğrusu. Kar altında beş on dakika, otuz dakika yürüdükten sonrasında sıcak bir odaya girip parmaklarınızı hohlamanın zevkine doyulur mu? Gözlerinizin içi parlar, “Vu-u-u-u! üşüdüm†diyerek mangala, sobaya yaklaşırken gülümsememek, gülmemek elinizde midir? Keyifle hatırlarsınız üşüdüğünüzü… Ben en fazlaca bir gece, otuz beş yıl oluyor, Sofya'da üşümüştüm; trenden inmiş, açık otomobille bir otele gidiyorduk, bir soğuk ki o şekilde paltoydu, atkıydı dinlemiyor, bıçak şeklinde işliyor insanoğlunun içine. Ertesi sabah öğrendik; meğer o gece sıfırın altında kırkı, kırk biri boylamışâ€¦ Aklıma geldikçe hâlâ titrerim. Hasretle anmıyorum o günü: “Öyle bir soğukla, ah! Tekrar karşılaşsam!†demiyorum, neme lâzım? Özenilecek şey mi? Gene de memnunum o soğuğu bir kere çektiğime… Bir ihtimal çektiğime değil de, çekmeyi geçirmiş olduğuma memnunum. Acayiptir hatıra, bakarsınız, en büyük sıkıntılara, bir tek geçtikleri için, geçmişe karıştıkları için bir güzellik veriverir.
Kışı, gündüzleri kısacık olduğundan sevmem. Sabahleyin bir türlü doğmak bilmeyen güneş erkenden de çekip gider. Hele şimdi! Saat dördü geçti mi, ortalık kararıveriyor. Ne anladım ben ondan? Penceremden bakıyorum, tertemiz bir hava, berrak… Bir çekicilik vardır Ankara'nın ışığında, İstanbul'unki şeklinde o şekilde baygın değildir, yarı sevdalı, yarı güzünlü hülyalar kurmaya sürüklemez insanı, çıkıp gezmeye çağırır. Fakat nereye gideceksin? Sen daha birazcık yürümeden sular kararacak, çevreni seçemez olacaksın. Lambaların ışığı ne kadar parlak olursa olsun, gezmelere elverişli değildir.
Aylı gecelerde, hattâ büsbütün karanlıkta yürümenin de zevki yoktur demedim. Düşüncelerine dalar, bir ihtimal kendin de pek fark etmeksizin hafiften bir türkü tutturur, o şekilde uzun uzun gidersin. Sonunda nereye varacaksın? Bilmezsin onu, kim bilir? Bir ihtimal kendi kendine varacaksın… Fakat onun için ortalık tenha olmalı, hepimiz evlerine çekildikten, yattıktan sonrasında, saat akşamın beşinde altısında o şekilde mi? Sokaklar kalabalık, gün daha bitmemişâ€¦ Ne ad takacağınızı bilemediğiniz bir süre: Ne gündüz, ne de gece; ne gündüzün ışığı var, ne de gecenin sükûnu, sessizliği. İster istemez içine karıştığınız anlaşılmaz haller şeklinde sinirlendirir sizi. Bir kurtulsanız, evinize mi gireceksiniz, nereye gireceksiniz girseniz de bir kurtulsanız. Kış günlerinin o saatlerinde günü tamamlamak için geceden kesilip gündüze eklenen saatlerinde, siz de o şekilde misiniz bilmiyorum, ben bir şaşkına dönerim. Vakti anlayamam bir türlü. Erken desem değil, ortalık kararmış; geç de desem değil, şehrin insanları daha işlerini, alışverişlerini bitirmemiş, sofralarına oturmamışlar. Kış, insanoğluna gündüzünü gecesini şaşırtan bir mevsimdir.
“Yaşlandın sen artık, kocadın, otuz dakika dolaşsan yoruluveriyorsun, dizlerin tutmuyor, bir de gezme sözü mü edeceksin?†diyeceksiniz. Haklısınız. Evet, yürüyemiyorum artık, çabucak bir kesiklik geliyor. Fakat yaşlandım diye benim gezme, uzun uzun gezme hülyaları kurmamı da yasak edecek değilsiniz ya! Bırakın, unutuvereyim yaşlandığımı, unutayım da yaz erişince, o uzun günlerde dilediğimce gezebileceğimi umayım… Hem ben ışığı, ışıklı günleri yalnız dolaşmak, yürümek için sevmem ki! Bir yerde oturup çevrenize, ta uzaklara bakmanın da tadı yok mu? Gözlerinizin görebildiği tüm bölgeler sizindir, şu tepelerdeki ağaçlar, bir sıraya dizilmiş şu renk renk evler, şu uzaklaşan insan, şu yaklaştıkça yüzü beliren gölge, hepsi, hepsi sizindir; sizindir de değil, sizsiniz onlar… Onlara baktıkça, onları gördükçe benliğinizin genişlediğini, zenginleştiğini duyarsınız. Yalnız değilsiniz, çevrenizde, gözünüzün görebildiği kadar ötelerde yaşam var, hepsini sevebilir, hepsini düşünebilirsiniz. Kışın ise o şekilde mi? Daralıverir, küçülüverir çevreniz. O kısacık günler, bu yeryüzünün varlıklarıyla beslenmenize yetmez, uzun gecelerde ise kendi kendinizle baş başa kalır, gündüz toplayabildiğiniz azıcık şeyi de çabucak tüketirsiniz. Ah! Bu kış geceleri, bitmek bilmeyen, insanı kendine kendine, hep kendi kendini düşünmeye sürükleyen kış geceleri! Size hep kendi kendinizi düşündürdüğü için de benliğinizi gözünüzde büyütür, büyütür. İçinizde tükenmez hazineler bulunduğunu sandırır… Evet, uygarlığı bir ihtimal kışın getirmiş olduğu gereksinimler yaratmıştır, kış geceleri bir ihtimal hakikatleri araştırmaya, sırları çözümlemeye masallar uydurmaya, insanoğlu, yasalar kurmaya elverişlidir, bizi kendi kendimizle uğraşmaya, kendimizi beğenmeye sürükleyen de odur…
Neye yazdım bu satırları? Hiç… Işığa hasretimi, ışıklı yaz günlerine hasretimi söylemek istedim, işte o denli. Bu şekilde geldi, bu şekilde yazdım.
(Nurullah Ataç, “Söyleşilerâ€)
Söyleşi türüne bir örnek
Sözden Söze
Mektuptan açılmış talihim, bir tane daha geldi. Diğeri şeklinde değil bu. Bir kere yazan gizlemiyor kendini, kim bulunduğunu söylüyor: İsmet Akıllı Eyüboğlu isminde bir genç. İstanbul Bilim Yurdunda şu demek oluyor ki üniversitesinde okuyormuş. Sonrasında da benimle eğlenmiyor, alaya almıyor beni, över şeklinde gözüküp alttan alta iğnelemeğe kalkmıyor. Çıkışıyor bana, çıkışıyor ya, haklı olarak çıkışıyor. Eski yazılarımı, şu Öz Türkçe yazılarımı beğenirmiş, yenilerine sinirleniyor, şu şekilde diyor:
“Geçen günkü Nokta dergisinde Millet'tan aktarılmış bir yazınızı okudum. Ne çok üzüldüm bilseniz! Yoksa sizi de mi elden kaçırdık? Nerde o eski güzelim Öz Türkçe sözler, nerde o yazınızdaki edebiyat, ahlâk, hak, sanat, merak, şiir şeklinde tatsız tutsuz Osmanlıca sözler. Niçin şunun bunun sözüne bakıp da düşüncelerimizi değiştiriyorsunuz? O yeni sözleri beğenmeyenler var diye mi yazmak istemiyorsunuz? Günün birinde bir şahıs çıkıp size: “Beğenmedim bu sesinizi†dese ona bakıp da sesinizi değiştirecek misiniz? Ne derse desin el gün. Biz yolumuza bakalım.
Daha bu şekilde çok şeyler söylüyor. O mektubu okurken tatlı bir duygu sardı içimi, “mektup†değil de “beti†söylediğim günleri andım. Doğru söylüyor, iyi söylüyor o genç. Utandım kendi kendimden inandığım yoldan dönmenin yeri mi vardı? Bu çıkışmalarına karşılık ne diyeyim de bağışlatayım suçu mu? Var benim de bir özrüm, gelgelelim gençler anlamaz, anlamamaları daha da iyidir. Gene açıklayalım ben.
A çocuğum, ben yaşlandım, kocadım da onun için saptım yolumdan. Bilin ki sevinerek olmadı bu. Gene durup durup o yola özlemle bakıyorum. Bir sevgilinin tekrar evine varamayacağınız bir sevgilinin yoluna iyi mi bakılırsa o şekilde bakıyorum. Biliyorum ki doğru oradadır; güzel oradadır, sadece ben yoruldum, dizlerim kesildi. Bir de o işi başaramayacağımı anladım. Yalnızdım, pek yalnız kaldım. Beni tutanlar, benim o yolda gitmemi dileyenler vardı, uzaktan seslenmekle yetiniyorlardı. Beni özendirmek istemelerine ne denli sevinirsem sevineyim, yanımda kimseyi görememek üzüyordu beni.
Doğrusu, büsbütün de bırakmadım o yolu. Bu şekilde Arapça, Farsça tilcikleri kullandığım yazılarımda gene o sevdiğim, kimini de kendim uydurduğum tilciklere yer veriyorum. Biliyorum, yetmez bu, en doğrusu gene eskisi şeklinde özTürkçe yazmaktır. Onu yakında, bir dergide gene deneyeceğim.
DEVAMI
Sözden Söze
Mektuptan açılmış talihim, bir tane daha geldi. Diğeri şeklinde değil bu. Bir kere yazan gizlemiyor kendini, kim bulunduğunu söylüyor: İsmet Akıllı Eyüboğlu isminde bir genç. İstanbul Bilim Yurdunda şu demek oluyor ki üniversitesinde okuyormuş. Sonrasında da benimle eğlenmiyor, alaya almıyor beni, över şeklinde gözüküp alttan alta iğnelemeğe kalkmıyor. Çıkışıyor bana, çıkışıyor ya, haklı olarak çıkışıyor. Eski yazılarımı, şu Öz Türkçe yazılarımı beğenirmiş, yenilerine sinirleniyor, şu şekilde diyor:
“Geçen günkü Nokta dergisinde Millet'tan aktarılmış bir yazınızı okudum. Ne çok üzüldüm bilseniz! Yoksa sizi de mi elden kaçırdık? Nerde o eski güzelim Öz Türkçe sözler, nerde o yazınızdaki edebiyat, ahlâk, hak, sanat, merak, şiir şeklinde tatsız tutsuz Osmanlıca sözler. Niçin şunun bunun sözüne bakıp da düşüncelerimizi değiştiriyorsunuz? O yeni sözleri beğenmeyenler var diye mi yazmak istemiyorsunuz? Günün birinde bir şahıs çıkıp size: “Beğenmedim bu sesinizi†dese ona bakıp da sesinizi değiştirecek misiniz? Ne derse desin el gün. Biz yolumuza bakalım.
Daha bu şekilde çok şeyler söylüyor. O mektubu okurken tatlı bir duygu sardı içimi, “mektup†değil de “beti†söylediğim günleri andım. Doğru söylüyor, iyi söylüyor o genç. Utandım kendi kendimden inandığım yoldan dönmenin yeri mi vardı? Bu çıkışmalarına karşılık ne diyeyim de bağışlatayım suçu mu? Var benim de bir özrüm, gelgelelim gençler anlamaz, anlamamaları daha da iyidir. Gene açıklayalım ben.
A çocuğum, ben yaşlandım, kocadım da onun için saptım yolumdan. Bilin ki sevinerek olmadı bu. Gene durup durup o yola özlemle bakıyorum. Bir sevgilinin tekrar evine varamayacağınız bir sevgilinin yoluna iyi mi bakılırsa o şekilde bakıyorum. Biliyorum ki doğru oradadır; güzel oradadır, sadece ben yoruldum, dizlerim kesildi. Bir de o işi başaramayacağımı anladım. Yalnızdım, pek yalnız kaldım. Beni tutanlar, benim o yolda gitmemi dileyenler vardı, uzaktan seslenmekle yetiniyorlardı. Beni özendirmek istemelerine ne denli sevinirsem sevineyim, yanımda kimseyi görememek üzüyordu beni.
Doğrusu, büsbütün de bırakmadım o yolu. Bu şekilde Arapça, Farsça tilcikleri kullandığım yazılarımda gene o sevdiğim, kimini de kendim uydurduğum tilciklere yer veriyorum. Biliyorum, yetmez bu, en doğrusu gene eskisi şeklinde özTürkçe yazmaktır. Onu yakında, bir dergide gene deneyeceğim.
DEVAMI
Hoş görür olmak ne anlamına gelir? Hoş görür olmak, düşüncelere, " Boş ver" diye aldırış etmemek değildir. Bu şekilde bir ilgisizlik insana yakışmaz. Hoş görür olmak, bizlere seslenen kimsenin söylediklerini bir takim ön yargılara dayanarak tartışmadan geri çevirmek değil, söylenenleri dikkatle dinleyip yansız bir görüşle inceledikten sonrasında yargıya varmaktır.
Başkasının düşüncelerini incelemeden niçin geri çevirelim? Niçin bu düşünceleri küçümseÂmeyle karşılayalım? Onları korumak için çaba sarfetmek olanak dişi midir? Birazcık olsun gerçek oranı yok mudur bu sözlerÂde? Bizlere bu tarz şeyleri söyleyen asla mi kafa yormadı acaba?
İnsanların beğenileri birbirine uymaz. O bir ihtimal kırmızıdan hoşlanır, siz yeşili seviyorsunuzdur. O bir ihtimal Wagner'in müziğini beğeniyor, siz Mozart'ı yeğliyorsunuzdur.. Beğenileri sizinkine uymuyor diye, onu beğenisizlikle, kabalıkla mı suçlayacaksınız? Ona kızacak mısınız? Onun da sizin de beğendiğiniz şeyleri yansız olarak değerlendirmelisiniz.
İşte fikir alanında da böyledir. Tüm düşünceleri ve varsayımları bizlere gore ve bazı yönleriyle korumak için çaba sarfetmek olanağı vardır. Bunun için size seslenen kimsenin düşüncelerini o şekilde anlayıp dinlemeden geri çevirmeye kalkışmayınız. Onları inceleyiniz. Bakalım ne yenilikler bulacaksınız. Naturel olarak, tüm insanların düşüncelerinde olduğu şeklinde, iyi ve fena yönler görecek, doğru ve yanlış noktalar bulaÂcaksınız.
Öyleyse doğru bulduklarınızı açıkça emareniz, geri kalanları da güler yüzle tartışınız. Kanıtlarınızı ortaya koyunuz; fakat karşı tarafın kanıtlarını da dinleyiniz. Mantık kurallarına uyarak yargılayınız, duygularınıza kapılarak değil. Konuşma, münakaşa alanında, bundan başka her türlü kaide dürüstlüğe aykırıdır.
Raymond de Saint LAURENT
İnsan Hakları ve Denk Bütçe
İnsan hakları derin bir mevzudur. Devletler, önceleri insan haklarını korumak için kurulurlar. Fakat zaman içinde yeni bileşimlere gidemedikleri süre egemenlerin/ezenlerin temsilcisi durumuna gelirler. (Türkiye'de olduğu şeklinde. Önceleri cumhuriyetimiz halkçı cumhuriyet olarak kuruldu.)
O süre da bu haklarını kaybedenler tepki göstermeye baslar. Tıpkı bu gün olduğu şeklinde! İnsan haklarının en fazlaca ihlal edilmiş olduğu noktalar, acık bütçe, enflasyon fiyat artışları, ücretlerin ezilmesi, iç piyasanın harici bedhahlar tarafınca istilası şeklinde olaylardır.
Bu vakalar Türkiye'mizde 60 senedir süregelmektedir. Son yedi yılda çok hızlandı maalesef. Enflasyon olan bir ülkede insan haklarından bahsedilemez. Bundan dolayı enflasyondan ezilenler bu duruma karşı tepki göstereceklerdir. Bu reaksiyonlar ise Hükümetler tarafınca denk bütçe yapılarak durdurulamaz. Bu gidişe itiraz edenlerin üstüne panzerler sürülür, biber gazları püskürtülür. Coplanır, kışın ortasında soğuk sulara atılır
Fakat iş başındaki hükümetler, ‘bütçemiz açık, bu uygulamadan vazgeçip Mustafa Kemal Atatürk şeklinde denk bütçe yapalım' demezler, diyemezler. Aslında onları oralara getiren güçler buna müsaade etmezler.
Bundan dolayı denk bütçe yapılırsa Türkiye Cumhuriyetinin yıkılısı durur. Denk bütçe yapmadan daha çok insan hakları yazıları yazılacaktır. Bundan dolayı denk bütçe yapılmadan insan hakları korunamaz, korunması gerçekleştirilemez.
Türkçenin Muntazam Kullanımı ve Korunması
Geçmiş yıllara bakıldığında kullanılan Türkçe'nin süre içinde iyi mi değiştiğini fark etmemek mümkün mü?
1930'lu yıllarda konuşulan Türkçe ile 1970'li yıllarda konuşulan Türkçe birbirinden çok değişik. 2000 li yıllarda ise dilin artık iyiden iyiye yabancılaştığı acı bir gerçek.
Hal bu şekilde olunca 45-50 senelik bir yazarın ilk kitabıyla son kitabı arasındaki farkı kestirmek zor olmasa gerek. Ya da eski bir filmi izlerken duyduğumuz Türkçe'nin geçen süre içinde iyi mi değiştiğini farketmemek.. Yadırgadığımız o Türkçe'nin aslında Öz Türkçe'miz bulunduğunu düşündüğümüzde hafiften dudak bükeriz. Kimi zaman hayıflanır, kimi zaman de gülüp geçeriz öz Türkçe kelimeleri o ilk okuduğumuz ya da duyduğumuz süre.
Türkçenin ya da genel olarak Dil'in bu denli değişmesinin sebebi nedir?
Mevzunun burasına ulaşmadan önce Türk Dil Kurumu'nun bu manada Dil'in tanımını iyi mi yaptığına bakalım
1-) İnsanların düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için kelimelerle ya da işaretlerle yaptıkları antak kalma, lisan, zeban
2-) Bir çağa, bir gruba, bir yazara özgü söz dağarcığı ve söz dizimi
3-) Belli mesleklere özgü dil: Mesela; Hukuk dili
TDK'nun sözlüğünde değişik tanımlar da var. Fakat mevzuyla ilgili ehemmiyet arz edenler bunlar. Bu kısa tanımların peşinden Türkçe'nin bozulan yapısı ve ne denli yabancılaştığına gelelim.
Dili güzel ve muntazam kullanmak bir tek dilbilgisi ve diksiyondan ibaret değil. Dil bilmek ve muntazam kullanmak o dilin edebiyatını, kültürel kimliğini bilmekten geçer.
Bir ulusu ayakta tutan ulusal değerleridir. Bunların başlangıcında da dil gelir.
Dil yaşayan bir olgudur. Tıpkı insan gibi….
İnsanoğlu yaşamsal faaliyetini devam ettirebilmek için iyi mi her şeyden ilkin beslenmeye gereksinim duyuyorsa. Dilde böyledir. Devamını sağlayabilmek için beslenmesi gerekir.
Dil, haiz olduğu kültürle, bilimle, sanatla, dünya üstüne yerleşmiş tüm ilimlerle beslenir. Neticede tüm bu öğeler süre içinde her daim kendini yenileyen, enerjisini ve desteğini birbirinden alan ve birbirine bağımlı kavramlardır.
Zincirin halkaları şeklinde. Halkalardan biri koptuğunda zincir hususi durumunu kaybetmez, fakat anlamını yitirir. Eskisi şeklinde işinize yaramayacaktır. Demek ki bütünlüğünün sağlanması için korunmaya ihtiyacı vardır. Korumak, etrafını zırhla örmek değildir. Korumak beslenmesine engel olmak, gelişmesini duraklatmak değildir. Korumak haiz çıkmaktır. Kabullenmektir.
Türkçenin öz varlığını koruyacağım düşüncesiyle, yalınlaştırmak dilin beslenmesine engel olmaktır.
Doğrusu bilimin ve sanatın her kolu anbean kendini besleyerek yenilerken, bununla beraber başlıca açıklayıcı ve ifade edici unsur olan dili de besler. Bu da dil'in süre içinde değişime uğramasına niçin olur.
Peki, bu değişimin ölçüsü ne olmalı? Ya da bir sınırlama getirilmeli mi?
Lisanda süregelen bu yabancılaşma yüzyıllardır dünya üstündeki birçok dilde söz mevzusu. Doğrusu birçok dil birbiriyle haberleşme-iletişim halindedir.
Türkçe'de de durum aynı. Bu gün Öz Türkçe olarak malum kelimelerin büyük bir çoğunluğu sanıldığının aksine, Arapça Farsça ve Fransızca kökenli kelimelerdir.
Selçuklular döneminde, ana dil Farsça olarak duyuru edilmiş ve bilhassa devlet işlerinde tamamıyla Farsça kullanılmıştır. Farsça'nın anadil olarak tam manasıyla kullanımı , Selçuklu devletinin yıkılmasıyla son bulmuştur. Bugün hala kullandığımız Türkçe içinde Farsça kelimelerin olması o dönemden kalmıştır.
Demek ki asırlar sonrasında dahi dil sürekliliğini koruyabiliyor. Buradan yola çıkarak Türkçe'deki yabancılaşmanın zaman içinde dili tamamen ortadan kaldırdığı, yok etmiş olduğu hakkında fikirlerin ileri sürülmesi tamamen yersizdir.
Türkiye'nin resmi dili Türkçe'dir.
Farsça örneğindeki şeklinde ulusun tamamen ortadan kalkması dahi Türkçe'nin tamamen yok olmasına sebep olması imkansız.
Dil'de mühim olan, konuşulan ya da okunan ile hedefte var olanı hissettirebilmektir. Dili, toplumsal fenomenler amaç, bilimsel fenomenler ise vasıta olarak kullanılır.
Eğer dil besleyici kaynağını değişik kültürlerin dilinden almaya başlarsa, kendisiyle beraber kültürünü de değiştirir.
Dil'in yaşayan bir olgu olarak değişik karinelerden beslenerek değişime uğraması normaldir. Mühim olan bunun yönünü atama edebilmek. Dışa değil içe, öze doğru yönlendirmektir. Bu aşamada mühim olan değişimin olumlu yönde olmasıdır.
Türkçe'nin yabancılaşması adına, sıfırdan hızla uzaklaşan negatif yönü, popüler kültürün bir eseridir.
Türkçe, canlı tutmaya çalışırken öldüren, güzelleştirmeye çalışırken çirkinleştiren, modernize edeyim derken postmodernliği arattıran bir kalıba sokulmuştur.
Türkçe'nin bu denli bozulmasındaki ana sebeplerden bir diğeri, sözlü ya da yazılı ifadelerde, anlatımın kelimelerde değil fikirlerde gizli saklı bulunduğunun bilincine varılamamış olmasıdır.
Kelimeler bir tek araçtır.
Fikir tarzının ne denli dar oluşu, bakış açısının sınırlandırılması, bilgi, beceri ve tecrübe eksikliğinin sebebi, gelişmeyen kültürel yapıda, bilgi dağarcığında, ufkun ne denli alçakta oluşunda aranmamış, tüm bu eksikler kelimelerle kamufle edilmeye çalışılmıştır.
Değişiklik kelimelerle olmaz.
Değişiklik beyinlerde olur. Kelimeler bir tek araçtır.
Türkçe'nin korunmasında ve muntazam kullanılmasında kelimelerin ayırt edici özelliği, kelime dağarcığının geniş tutulmasında yatar. Doğrusu birkaç kelime de değil, yüzlerce kelime de.
Başta vasıta olarak belirttiğimiz kelimelerin kullanımdaki çeşitliliği, ifade ve ifade gücünün önünü açar. Doğrusu kelime hazinesinin genişliği kişideki fikir ve his dünyasının ne kadar geniş bulunduğunu ifade eder.
Kullanılan kelimelerin çokluğuyla şahıs fikirlerini daha kolay beyan eder. Kelimelerin kılıçtan keskin tesiri düşüncelerle beraber, sevgiyi, nefreti, acıyı, vicdanı, korkuyu, heyecanı da bir ayna misali karşı tarafa yansıtır. Saatlerce meydana getirilen konuşmanın karşılığında kullanılan bir kelime ifade gücünün anlatımdaki ustalığı gün yüzüne çıkartır. Mühim olan alt yapıya haiz olmaktır.
Dilin kullanılmasın da, alt yapıyı sınırı olan sayıdaki kelime hazinesi değil, Kültürel geçmişin farkındalığı, bilgi ve beceri oluşturur.
Burada vücut dili, diksiyon, üslup şeklinde dili besleyen ek karinelerden bahsetmiyorum. Bundan dolayı Lisanı en iyi kullanmada aslolan vasıta kelimelerdir. Kelimelerin inanılmaz büyüsü ise kelime dağarcığının çokluğunda yatar.
Kelime hazinesinin çokluğunu, Türkçe'nin muntazam kullanımındaki telakkisi ile bağdaştıran, bilgi birikimi, fikirler ve fikir tarzıdır.
Türkçe'nin muntazam kullanımı ve korunması ile ilgili bu güne kadar birçok düşünce beyan edildi. Her dile gelen beyanattaki ortak nokta Türkçe'ye sonradan girmiş olan yabancı kelimelere yer vermemek, onların yerine Türkçe karşılıklarını kullanmaktı.
Gelinen bu aşamada “nasıl gerçekleştirebiliriz?†sorusu gün yüzüne çıkıyor.
Okuma alışkanlığının yanında kitle haberleşme-iletişim araçlarının da yararlı bir halde kullanılması çözüm olabilir. Tv kanallarında, radyolarda, günlük gazete ve dergilerde bu mevzuda yapılması gerekenlerin benimsenip uygulanması gerekir. Bilimsel içerikli kitap ve yayınlar haricinde Yazarlarımız, aydınlarımız ve bilim adamlarına da büyük görevler düşüyor. Aslında ‘vazife' olarak nitelendirilmesi yanlış, fakat her entelektüelin, ‘yaşam biçimi' haline getirmesini gerektirecek kadar mühim bir mevzu.
Kitle haberleşme-iletişim araçlarında ise düzenleyici yasalar çıkartılabilinir. Ya da mevcut olanları yeniden gözden geçirilmeli.
Türk Dil Kurumu bu mevzuda; ilkini 1995 senesinde, ikincisini ise 1998'de çıkardığı “Yabancı Kelimelere Karşılıklar†isminde kitabı mühim bir tır. Fakat birçok şahıs bu eserden haberdar değil. Bu tür kitapların yaygınlaştırılması, ilk ve orta dereceli okullarda okutulması mecburi bir kitap olarak yasalaştırılmalıdır. Bilhassa bu mevzuda eğer bir yapılandırma/yenileme süreci başlatılacaksa, bunun temel eğitimin ilk basamaklarından başlanılması, benimsetilmesi açısından da eğitim süresince devamlılığı sağlanmalıdır.
Niçin mi?
Türkçe'deki bu yabancılaşma gündelik hayattın içine hızla kaymaya devam ediyor. Neticede; yetişmekte olan genç nesil ana diline karşı ön yargılı davranıyor. Öz Türkçe'nin varlığından bihaber yetişip, kullanılan yabancılaşmış Türkçe'yi gerçek öz Türkçe olarak benimsiyor.
Yabancı sözcüklerin Türkçe'nin içine girip yerleşmesi, Türkçe'nin kısırlaşmasına sebep oluyor.
Türkçe'deki kısırlaşma, dilin kendi öz varlığını koruyarak gelişmesine engel olur.
Eski Türkçe diye adlandırılan öz Türkçe'mizin zamana karşı silinmeye yüz tutmuş izleri, bununla beraber bir kültür mozaiğini de yok etmektedir.
Bu kültürel değişiklik Türk edebiyatına da yansımış durumda. Osmanlıdan günümüze her dönem değişik bir akımla adlandırılan Türk edebiyatı, son yıllarda kimliğini yitirmeye adım atmıştır.
Edebiyattaki kimlik arayışı, kültürden ve dilden uzak olarak kişiselleştirilmiştir.
Kültür mozaiği denilen olgunun içine almış olduğu kavramlar bir tüm olarak işlenmeli. Geçmişi yok etme pahasına yeni bir Türkçe arayışı engellenmelidir. Durumun arayıştan ziyade bir yaşayış biçimine dönüşmesi Türkçe'de kapanması zor yarlar açar.
Mevzuyla ilgili geçmişte Meclis Araştırma komisyon kurulsa da meydana getirilen emekler yetersiz kalmıştır. Bu gün Türkçe'nin içine düşmüş olduğu açmazdan Dil bilimcilerinin ve Türkologların araştırma ve araştırmaları ışığında alacağı ve kati sonuca ulaştıracak formüllerin bulunması gerekiyor.
Öz Türkçe'nin korunmasında formüle edilecek teknik dönüşüm onların yardımıyla atlatılabilinir. Fakat Türkçe'nin muntazam kullanımı ve korunmasını gelecek tarihlere taşıyacak olan Türk edebiyatçılarıdır.
Türk dili, Tanzimat'tan bu güne her edebiyat döneminde farklılıklar göstermiştir. Türkçe'nin kullanımında özün korunması adına meydana getirilen emekler ve söylemler edebiyat tarihimiz kadar eskidir.
“Servet-i fünun döneminde, yazarların batı edebiyatı ve dilini örnek alınarak geliştirdikleri edebiyat, adını almış olduğu dergide “Edebiyat ve Hukuk†adlı yazının yayınlanması ile periyodunu kapatmıştı. Yazı o dönemde siyasal yönden tahripkâr bulunsa da “Türkçe'nin kullanımında özün korunması†adına meydana getirilen çıkışlara eski bir örnektir.
Bu anlamına gelir ki Türkçe; aslolan edebiyatçılarımızın kaleminde yaşam bulur. Adeta Tekrardan doğar. Fedakâr yaklaşımlarıyla, aslını ve kültürünü koruyacak olan onlardır.
Kelimeler…. Kimi kalemlerde mistikleşir…. Kimilerinde ise asidir.
Kimi kalemlerde uysal… Kimi kalemlerde inatçıdır, söylediğim dedik tarzında ödün vermez üsluplar.
Kimisinde hep bir açık kapı bulursunuz, münakaşaya, eleştirilmeye amade.
Kimi kalemlerde romantizm başroldedir, yürekli ve pervasız.
Kimi kalemler vardır ki asla kopamaz kendi nostaljisinden, dört duvara mahkûm.
Her ne şekilde olursa olsun bu vazife işin ehli olan kişilere emanet edilmeli.
Yasalarla, yasaklarla değil, kültürel açılımlarla beyinlere ve yüreklere kazınarak işlenmeli…
Seneler sonrasında Türkçe kendi öz kimliğine geri dönmeyi başarırsa bu gün Türkçe'de yaşadığımız bu yabancılaşma kim bilir değişik bir akım olarak edebiyat tarihindeki yerini alacaktır.
Geçmiş yıllara bakıldığında kullanılan Türkçe'nin süre içinde iyi mi değiştiğini fark etmemek mümkün mü?
1930'lu yıllarda konuşulan Türkçe ile 1970'li yıllarda konuşulan Türkçe birbirinden çok değişik. 2000 li yıllarda ise dilin artık iyiden iyiye yabancılaştığı acı bir gerçek.
Hal bu şekilde olunca 45-50 senelik bir yazarın ilk kitabıyla son kitabı arasındaki farkı kestirmek zor olmasa gerek. Ya da eski bir filmi izlerken duyduğumuz Türkçe'nin geçen süre içinde iyi mi değiştiğini farketmemek.. Yadırgadığımız o Türkçe'nin aslında Öz Türkçe'miz bulunduğunu düşündüğümüzde hafiften dudak bükeriz. Kimi zaman hayıflanır, kimi zaman de gülüp geçeriz öz Türkçe kelimeleri o ilk okuduğumuz ya da duyduğumuz süre.
Türkçenin ya da genel olarak Dil'in bu denli değişmesinin sebebi nedir?
Mevzunun burasına ulaşmadan önce Türk Dil Kurumu'nun bu manada Dil'in tanımını iyi mi yaptığına bakalım
1-) İnsanların düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için kelimelerle ya da işaretlerle yaptıkları antak kalma, lisan, zeban
2-) Bir çağa, bir gruba, bir yazara özgü söz dağarcığı ve söz dizimi
3-) Belli mesleklere özgü dil: Mesela; Hukuk dili
TDK'nun sözlüğünde değişik tanımlar da var. Fakat mevzuyla ilgili ehemmiyet arz edenler bunlar. Bu kısa tanımların peşinden Türkçe'nin bozulan yapısı ve ne denli yabancılaştığına gelelim.
Dili güzel ve muntazam kullanmak bir tek dilbilgisi ve diksiyondan ibaret değil. Dil bilmek ve muntazam kullanmak o dilin edebiyatını, kültürel kimliğini bilmekten geçer.
Bir ulusu ayakta tutan ulusal değerleridir. Bunların başlangıcında da dil gelir.
Dil yaşayan bir olgudur. Tıpkı insan gibi….
İnsanoğlu yaşamsal faaliyetini devam ettirebilmek için iyi mi her şeyden ilkin beslenmeye gereksinim duyuyorsa. Dilde böyledir. Devamını sağlayabilmek için beslenmesi gerekir.
Dil, haiz olduğu kültürle, bilimle, sanatla, dünya üstüne yerleşmiş tüm ilimlerle beslenir. Neticede tüm bu öğeler süre içinde her daim kendini yenileyen, enerjisini ve desteğini birbirinden alan ve birbirine bağımlı kavramlardır.
Zincirin halkaları şeklinde. Halkalardan biri koptuğunda zincir hususi durumunu kaybetmez, fakat anlamını yitirir. Eskisi şeklinde işinize yaramayacaktır. Demek ki bütünlüğünün sağlanması için korunmaya ihtiyacı vardır. Korumak, etrafını zırhla örmek değildir. Korumak beslenmesine engel olmak, gelişmesini duraklatmak değildir. Korumak haiz çıkmaktır. Kabullenmektir.
Türkçenin öz varlığını koruyacağım düşüncesiyle, yalınlaştırmak dilin beslenmesine engel olmaktır.
Doğrusu bilimin ve sanatın her kolu anbean kendini besleyerek yenilerken, bununla beraber başlıca açıklayıcı ve ifade edici unsur olan dili de besler. Bu da dil'in süre içinde değişime uğramasına niçin olur.
Peki, bu değişimin ölçüsü ne olmalı? Ya da bir sınırlama getirilmeli mi?
Lisanda süregelen bu yabancılaşma yüzyıllardır dünya üstündeki birçok dilde söz mevzusu. Doğrusu birçok dil birbiriyle haberleşme-iletişim halindedir.
Türkçe'de de durum aynı. Bu gün Öz Türkçe olarak malum kelimelerin büyük bir çoğunluğu sanıldığının aksine, Arapça Farsça ve Fransızca kökenli kelimelerdir.
Selçuklular döneminde, ana dil Farsça olarak duyuru edilmiş ve bilhassa devlet işlerinde tamamıyla Farsça kullanılmıştır. Farsça'nın anadil olarak tam manasıyla kullanımı , Selçuklu devletinin yıkılmasıyla son bulmuştur. Bugün hala kullandığımız Türkçe içinde Farsça kelimelerin olması o dönemden kalmıştır.
Demek ki asırlar sonrasında dahi dil sürekliliğini koruyabiliyor. Buradan yola çıkarak Türkçe'deki yabancılaşmanın zaman içinde dili tamamen ortadan kaldırdığı, yok etmiş olduğu hakkında fikirlerin ileri sürülmesi tamamen yersizdir.
Türkiye'nin resmi dili Türkçe'dir.
Farsça örneğindeki şeklinde ulusun tamamen ortadan kalkması dahi Türkçe'nin tamamen yok olmasına sebep olması imkansız.
Dil'de mühim olan, konuşulan ya da okunan ile hedefte var olanı hissettirebilmektir. Dili, toplumsal fenomenler amaç, bilimsel fenomenler ise vasıta olarak kullanılır.
Eğer dil besleyici kaynağını değişik kültürlerin dilinden almaya başlarsa, kendisiyle beraber kültürünü de değiştirir.
Dil'in yaşayan bir olgu olarak değişik karinelerden beslenerek değişime uğraması normaldir. Mühim olan bunun yönünü atama edebilmek. Dışa değil içe, öze doğru yönlendirmektir. Bu aşamada mühim olan değişimin olumlu yönde olmasıdır.
Türkçe'nin yabancılaşması adına, sıfırdan hızla uzaklaşan negatif yönü, popüler kültürün bir eseridir.
Türkçe, canlı tutmaya çalışırken öldüren, güzelleştirmeye çalışırken çirkinleştiren, modernize edeyim derken postmodernliği arattıran bir kalıba sokulmuştur.
Türkçe'nin bu denli bozulmasındaki ana sebeplerden bir diğeri, sözlü ya da yazılı ifadelerde, anlatımın kelimelerde değil fikirlerde gizli saklı bulunduğunun bilincine varılamamış olmasıdır.
Kelimeler bir tek araçtır.
Fikir tarzının ne denli dar oluşu, bakış açısının sınırlandırılması, bilgi, beceri ve tecrübe eksikliğinin sebebi, gelişmeyen kültürel yapıda, bilgi dağarcığında, ufkun ne denli alçakta oluşunda aranmamış, tüm bu eksikler kelimelerle kamufle edilmeye çalışılmıştır.
Değişiklik kelimelerle olmaz.
Değişiklik beyinlerde olur. Kelimeler bir tek araçtır.
Türkçe'nin korunmasında ve muntazam kullanılmasında kelimelerin ayırt edici özelliği, kelime dağarcığının geniş tutulmasında yatar. Doğrusu birkaç kelime de değil, yüzlerce kelime de.
Başta vasıta olarak belirttiğimiz kelimelerin kullanımdaki çeşitliliği, ifade ve ifade gücünün önünü açar. Doğrusu kelime hazinesinin genişliği kişideki fikir ve his dünyasının ne kadar geniş bulunduğunu ifade eder.
Kullanılan kelimelerin çokluğuyla şahıs fikirlerini daha kolay beyan eder. Kelimelerin kılıçtan keskin tesiri düşüncelerle beraber, sevgiyi, nefreti, acıyı, vicdanı, korkuyu, heyecanı da bir ayna misali karşı tarafa yansıtır. Saatlerce meydana getirilen konuşmanın karşılığında kullanılan bir kelime ifade gücünün anlatımdaki ustalığı gün yüzüne çıkartır. Mühim olan alt yapıya haiz olmaktır.
Dilin kullanılmasın da, alt yapıyı sınırı olan sayıdaki kelime hazinesi değil, Kültürel geçmişin farkındalığı, bilgi ve beceri oluşturur.
Burada vücut dili, diksiyon, üslup şeklinde dili besleyen ek karinelerden bahsetmiyorum. Bundan dolayı Lisanı en iyi kullanmada aslolan vasıta kelimelerdir. Kelimelerin inanılmaz büyüsü ise kelime dağarcığının çokluğunda yatar.
Kelime hazinesinin çokluğunu, Türkçe'nin muntazam kullanımındaki telakkisi ile bağdaştıran, bilgi birikimi, fikirler ve fikir tarzıdır.
Türkçe'nin muntazam kullanımı ve korunması ile ilgili bu güne kadar birçok düşünce beyan edildi. Her dile gelen beyanattaki ortak nokta Türkçe'ye sonradan girmiş olan yabancı kelimelere yer vermemek, onların yerine Türkçe karşılıklarını kullanmaktı.
Gelinen bu aşamada “nasıl gerçekleştirebiliriz?†sorusu gün yüzüne çıkıyor.
Okuma alışkanlığının yanında kitle haberleşme-iletişim araçlarının da yararlı bir halde kullanılması çözüm olabilir. Tv kanallarında, radyolarda, günlük gazete ve dergilerde bu mevzuda yapılması gerekenlerin benimsenip uygulanması gerekir. Bilimsel içerikli kitap ve yayınlar haricinde Yazarlarımız, aydınlarımız ve bilim adamlarına da büyük görevler düşüyor. Aslında ‘vazife' olarak nitelendirilmesi yanlış, fakat her entelektüelin, ‘yaşam biçimi' haline getirmesini gerektirecek kadar mühim bir mevzu.
Kitle haberleşme-iletişim araçlarında ise düzenleyici yasalar çıkartılabilinir. Ya da mevcut olanları yeniden gözden geçirilmeli.
Türk Dil Kurumu bu mevzuda; ilkini 1995 senesinde, ikincisini ise 1998'de çıkardığı “Yabancı Kelimelere Karşılıklar†isminde kitabı mühim bir tır. Fakat birçok şahıs bu eserden haberdar değil. Bu tür kitapların yaygınlaştırılması, ilk ve orta dereceli okullarda okutulması mecburi bir kitap olarak yasalaştırılmalıdır. Bilhassa bu mevzuda eğer bir yapılandırma/yenileme süreci başlatılacaksa, bunun temel eğitimin ilk basamaklarından başlanılması, benimsetilmesi açısından da eğitim süresince devamlılığı sağlanmalıdır.
Niçin mi?
Türkçe'deki bu yabancılaşma gündelik hayattın içine hızla kaymaya devam ediyor. Neticede; yetişmekte olan genç nesil ana diline karşı ön yargılı davranıyor. Öz Türkçe'nin varlığından bihaber yetişip, kullanılan yabancılaşmış Türkçe'yi gerçek öz Türkçe olarak benimsiyor.
Yabancı sözcüklerin Türkçe'nin içine girip yerleşmesi, Türkçe'nin kısırlaşmasına sebep oluyor.
Türkçe'deki kısırlaşma, dilin kendi öz varlığını koruyarak gelişmesine engel olur.
Eski Türkçe diye adlandırılan öz Türkçe'mizin zamana karşı silinmeye yüz tutmuş izleri, bununla beraber bir kültür mozaiğini de yok etmektedir.
Bu kültürel değişiklik Türk edebiyatına da yansımış durumda. Osmanlıdan günümüze her dönem değişik bir akımla adlandırılan Türk edebiyatı, son yıllarda kimliğini yitirmeye adım atmıştır.
Edebiyattaki kimlik arayışı, kültürden ve dilden uzak olarak kişiselleştirilmiştir.
Kültür mozaiği denilen olgunun içine almış olduğu kavramlar bir tüm olarak işlenmeli. Geçmişi yok etme pahasına yeni bir Türkçe arayışı engellenmelidir. Durumun arayıştan ziyade bir yaşayış biçimine dönüşmesi Türkçe'de kapanması zor yarlar açar.
Mevzuyla ilgili geçmişte Meclis Araştırma komisyon kurulsa da meydana getirilen emekler yetersiz kalmıştır. Bu gün Türkçe'nin içine düşmüş olduğu açmazdan Dil bilimcilerinin ve Türkologların araştırma ve araştırmaları ışığında alacağı ve kati sonuca ulaştıracak formüllerin bulunması gerekiyor.
Öz Türkçe'nin korunmasında formüle edilecek teknik dönüşüm onların yardımıyla atlatılabilinir. Fakat Türkçe'nin muntazam kullanımı ve korunmasını gelecek tarihlere taşıyacak olan Türk edebiyatçılarıdır.
Türk dili, Tanzimat'tan bu güne her edebiyat döneminde farklılıklar göstermiştir. Türkçe'nin kullanımında özün korunması adına meydana getirilen emekler ve söylemler edebiyat tarihimiz kadar eskidir.
“Servet-i fünun döneminde, yazarların batı edebiyatı ve dilini örnek alınarak geliştirdikleri edebiyat, adını almış olduğu dergide “Edebiyat ve Hukuk†adlı yazının yayınlanması ile periyodunu kapatmıştı. Yazı o dönemde siyasal yönden tahripkâr bulunsa da “Türkçe'nin kullanımında özün korunması†adına meydana getirilen çıkışlara eski bir örnektir.
Bu anlamına gelir ki Türkçe; aslolan edebiyatçılarımızın kaleminde yaşam bulur. Adeta Tekrardan doğar. Fedakâr yaklaşımlarıyla, aslını ve kültürünü koruyacak olan onlardır.
Kelimeler…. Kimi kalemlerde mistikleşir…. Kimilerinde ise asidir.
Kimi kalemlerde uysal… Kimi kalemlerde inatçıdır, söylediğim dedik tarzında ödün vermez üsluplar.
Kimisinde hep bir açık kapı bulursunuz, münakaşaya, eleştirilmeye amade.
Kimi kalemlerde romantizm başroldedir, yürekli ve pervasız.
Kimi kalemler vardır ki asla kopamaz kendi nostaljisinden, dört duvara mahkûm.
Her ne şekilde olursa olsun bu vazife işin ehli olan kişilere emanet edilmeli.
Yasalarla, yasaklarla değil, kültürel açılımlarla beyinlere ve yüreklere kazınarak işlenmeli…
Seneler sonrasında Türkçe kendi öz kimliğine geri dönmeyi başarırsa bu gün Türkçe'de yaşadığımız bu yabancılaşma kim bilir değişik bir akım olarak edebiyat tarihindeki yerini alacaktır.
SUYU ÇIKMIŞ İNGİLİZCENİN
Başlığımdan anlamışınızdır aslına bakarsanız İngilizceye sitem edicem ben . Bu sıralar gençler içinde çok modadır aslında konuşurken araya bir iki İngilizce kelime sıkıştırmak , İngilizce şarkılar dinlemek ve hava atmak için ders esnasında yandaki arkadaşınızın işitebileceği kadar yüksek sesle mırıldanmak . Bilirsiniz değimli ?
Hayır anlamıyorum nesi varmış bizim Türk çe şarkılarımızın . Gayette güzel bence . Sizcede güzel biliyorum . Eziklerdendim ben bu yüzden seçdim galiba bu mevzuyu bilmiyorum . İngiliz ce şarkı bilirdimde sanatçısı kimdir bilmezdim . üstelik arkadaşlarımın son model telefonları vardır bilemediğim süre derhal açar interneti telefonundan gösterirde bana . Bende aaaaaaaaaaaa oydu doğal olarak şimdi hatırladım derdim fakat aslında bilmezdim kim bulunduğunu . Bide acayip acayip adları vardı İngilizcemde iyi değildi aslına bakarsanız yazamazdım . Arkadaşlarımın evine giderdim her taraf yabancı sanatçıların posteri bi Selena Gomez i bilirdim oda adı okunduğu şeklinde yazıldığı için . Bi arkadaşımvardı hatırlarım evlei yakındı okula giderdim onlara. Her gittiğim süre da kapısında değişik bi ünlünün resmi olurdu . İşte o arkadaşımın kapı posterlerinden öğrendim ben yabancı şarkıcıları.
Bi gün gine gittim arkadaşıma bide ne görüyim ! Yabancı şarkıcıların resimleriyle kaplı olan o kapını yerinde başka bişey var şimdi . Ortalama kırk Türk sanatçının yapıştırması . Arkadaşıma sormuş oldum ve beklediğim yanıtı aldım meğerse yabancıların modası geçmiş sıra Türklerdeymiş çok sevinmiştim o an fakat bide ne göriyim ! Arkadaşımın cep telefonun dan gelen bir sesle dostum feryat atıp Türk sanatçıların resimlerini caaaaaaaaaaaaaaaaart diye sökmesinmi ben ne oldu dememle doğal olarak kine aynı şey Türk sanatçıların modası yeni geçti sıra Miley Cyrus ta . Ümit ederim size der verebilmişimdir coşkun sabahlar ve iyi akşamlar dilerim .
Başlığımdan anlamışınızdır aslına bakarsanız İngilizceye sitem edicem ben . Bu sıralar gençler içinde çok modadır aslında konuşurken araya bir iki İngilizce kelime sıkıştırmak , İngilizce şarkılar dinlemek ve hava atmak için ders esnasında yandaki arkadaşınızın işitebileceği kadar yüksek sesle mırıldanmak . Bilirsiniz değimli ?
Hayır anlamıyorum nesi varmış bizim Türk çe şarkılarımızın . Gayette güzel bence . Sizcede güzel biliyorum . Eziklerdendim ben bu yüzden seçdim galiba bu mevzuyu bilmiyorum . İngiliz ce şarkı bilirdimde sanatçısı kimdir bilmezdim . üstelik arkadaşlarımın son model telefonları vardır bilemediğim süre derhal açar interneti telefonundan gösterirde bana . Bende aaaaaaaaaaaa oydu doğal olarak şimdi hatırladım derdim fakat aslında bilmezdim kim bulunduğunu . Bide acayip acayip adları vardı İngilizcemde iyi değildi aslına bakarsanız yazamazdım . Arkadaşlarımın evine giderdim her taraf yabancı sanatçıların posteri bi Selena Gomez i bilirdim oda adı okunduğu şeklinde yazıldığı için . Bi arkadaşımvardı hatırlarım evlei yakındı okula giderdim onlara. Her gittiğim süre da kapısında değişik bi ünlünün resmi olurdu . İşte o arkadaşımın kapı posterlerinden öğrendim ben yabancı şarkıcıları.
Bi gün gine gittim arkadaşıma bide ne görüyim ! Yabancı şarkıcıların resimleriyle kaplı olan o kapını yerinde başka bişey var şimdi . Ortalama kırk Türk sanatçının yapıştırması . Arkadaşıma sormuş oldum ve beklediğim yanıtı aldım meğerse yabancıların modası geçmiş sıra Türklerdeymiş çok sevinmiştim o an fakat bide ne göriyim ! Arkadaşımın cep telefonun dan gelen bir sesle dostum feryat atıp Türk sanatçıların resimlerini caaaaaaaaaaaaaaaaart diye sökmesinmi ben ne oldu dememle doğal olarak kine aynı şey Türk sanatçıların modası yeni geçti sıra Miley Cyrus ta . Ümit ederim size der verebilmişimdir coşkun sabahlar ve iyi akşamlar dilerim .
Şu kış günleri yok mu sevemiyorum bir türlü… Her yıl bir boy: “İnsanların en fazlaca çalışmış oldukları, en fazlaca düşündükleri, en fazlaca eğlendikleri mevsim kıştır. Uzun gecelerde ocak başına büzülüp ne yapacağını şaşıran kişioğlu aklını işletmiş, hakikatleri sırları araştırmış, masallar uydurmuş, insanoğlu yasalar kurmuş. Uygarlığı kışın getirmiş olduğu gereksinimler yaratmış değil mi?†derim fakat olmuyor işte boşuna ta gençliğimde Remy de Gourmont'un bilmiyorum hangi kitabında okuduklarımdan kalma bu yankı kandıramıyor beni. Doğru sözler, doğru ya beni avutmaya, sonbahar sonu içimi sarmaya başlamış olan o korkuyu çağrıştırır perişanlığı gidermeye yetmiyor.
Soğuklardan yakınacak değilim. Ne yalan söyleyeyim? Öyleki çok üşümedim ömrümde; serinlikler basınca sırtımı pekleştirmenin, oturduğum yeri ısıtmanın bir çaresini bulurum. üşümenin, şu şekilde birazcık üşümenin de bir tadı vardır doğrusu. Kar altında beş on dakika, otuz dakika yürüdükten sonrasında sıcak bir odaya girip parmaklarınızı hohlamanın zevkine doyulur mu? Gözlerinizin içi parlar, “Vu-u-u-u! üşüdüm†diyerek mangala, sobaya yaklaşırken gülümsememek, gülmemek elinizde midir? Keyifle hatırlarsınız üşüdüğünüzü… Ben en fazlaca bir gece, otuz beş yıl oluyor, Sofya'da üşümüştüm; trenden inmiş, açık otomobille bir otele gidiyorduk, bir soğuk ki o şekilde paltoydu, atkıydı dinlemiyor, bıçak şeklinde işliyor insanoğlunun içine. Ertesi sabah öğrendik; meğer o gece sıfırın altında kırkı, kırk biri boylamışâ€¦ Aklıma geldikçe hâlâ titrerim. Hasretle anmıyorum o günü: “Öyle bir soğukla, ah! Tekrar karşılaşsam!†demiyorum, neme lâzım? Özenilecek şey mi? Gene de memnunum o soğuğu bir kere çektiğime… Bir ihtimal çektiğime değil de, çekmeyi geçirmiş olduğuma memnunum. Acayiptir hatıra, bakarsınız, en büyük sıkıntılara, bir tek geçtikleri için, geçmişe karıştıkları için bir güzellik veriverir.
Kışı, gündüzleri kısacık olduğundan sevmem. Sabahleyin bir türlü doğmak bilmeyen güneş erkenden de çekip gider. Hele şimdi! Saat dördü geçti mi, ortalık kararıveriyor. Ne anladım ben ondan? Penceremden bakıyorum, tertemiz bir hava, berrak… Bir çekicilik vardır Ankara'nın ışığında, İstanbul'unki şeklinde o şekilde baygın değildir, yarı sevdalı, yarı güzünlü hülyalar kurmaya sürüklemez insanı, çıkıp gezmeye çağırır. Fakat nereye gideceksin? Sen daha birazcık yürümeden sular kararacak, çevreni seçemez olacaksın. Lambaların ışığı ne kadar parlak olursa olsun, gezmelere elverişli değildir.
Aylı gecelerde, hattâ büsbütün karanlıkta yürümenin de zevki yoktur demedim. Düşüncelerine dalar, bir ihtimal kendin de pek fark etmeksizin hafiften bir türkü tutturur, o şekilde uzun uzun gidersin. Sonunda nereye varacaksın? Bilmezsin onu, kim bilir? Bir ihtimal kendi kendine varacaksın… Fakat onun için ortalık tenha olmalı, hepimiz evlerine çekildikten, yattıktan sonrasında, saat akşamın beşinde altısında o şekilde mi? Sokaklar kalabalık, gün daha bitmemişâ€¦ Ne ad takacağınızı bilemediğiniz bir süre: Ne gündüz, ne de gece; ne gündüzün ışığı var, ne de gecenin sükûnu, sessizliği. İster istemez içine karıştığınız anlaşılmaz haller şeklinde sinirlendirir sizi. Bir kurtulsanız, evinize mi gireceksiniz, nereye gireceksiniz girseniz de bir kurtulsanız. Kış günlerinin o saatlerinde günü tamamlamak için geceden kesilip gündüze eklenen saatlerinde, siz de o şekilde misiniz bilmiyorum, ben bir şaşkına dönerim. Vakti anlayamam bir türlü. Erken desem değil, ortalık kararmış; geç de desem değil, şehrin insanları daha işlerini, alışverişlerini bitirmemiş, sofralarına oturmamışlar. Kış, insanoğluna gündüzünü gecesini şaşırtan bir mevsimdir.
“Yaşlandın sen artık, kocadın, otuz dakika dolaşsan yoruluveriyorsun, dizlerin tutmuyor, bir de gezme sözü mü edeceksin?†diyeceksiniz. Haklısınız. Evet, yürüyemiyorum artık, çabucak bir kesiklik geliyor. Fakat yaşlandım diye benim gezme, uzun uzun gezme hülyaları kurmamı da yasak edecek değilsiniz ya! Bırakın, unutuvereyim yaşlandığımı, unutayım da yaz erişince, o uzun günlerde dilediğimce gezebileceğimi umayım… Hem ben ışığı, ışıklı günleri yalnız dolaşmak, yürümek için sevmem ki! Bir yerde oturup çevrenize, ta uzaklara bakmanın da tadı yok mu? Gözlerinizin görebildiği tüm bölgeler sizindir, şu tepelerdeki ağaçlar, bir sıraya dizilmiş şu renk renk evler, şu uzaklaşan insan, şu yaklaştıkça yüzü beliren gölge, hepsi, hepsi sizindir; sizindir de değil, sizsiniz onlar… Onlara baktıkça, onları gördükçe benliğinizin genişlediğini, zenginleştiğini duyarsınız. Yalnız değilsiniz, çevrenizde, gözünüzün görebildiği kadar ötelerde yaşam var, hepsini sevebilir, hepsini düşünebilirsiniz. Kışın ise o şekilde mi? Daralıverir, küçülüverir çevreniz. O kısacık günler, bu yeryüzünün varlıklarıyla beslenmenize yetmez, uzun gecelerde ise kendi kendinizle baş başa kalır, gündüz toplayabildiğiniz azıcık şeyi de çabucak tüketirsiniz. Ah! Bu kış geceleri, bitmek bilmeyen, insanı kendine kendine, hep kendi kendini düşünmeye sürükleyen kış geceleri! Size hep kendi kendinizi düşündürdüğü için de benliğinizi gözünüzde büyütür, büyütür. İçinizde tükenmez hazineler bulunduğunu sandırır… Evet, uygarlığı bir ihtimal kışın getirmiş olduğu gereksinimler yaratmıştır, kış geceleri bir ihtimal hakikatleri araştırmaya, sırları çözümlemeye masallar uydurmaya, insanoğlu, yasalar kurmaya elverişlidir, bizi kendi kendimizle uğraşmaya, kendimizi beğenmeye sürükleyen de odur…
Neye yazdım bu satırları? Hiç… Işığa hasretimi, ışıklı yaz günlerine hasretimi söylemek istedim, işte o denli. Bu şekilde geldi, bu şekilde yazdım.
Söyleşi (Söyleşi) Nedir?
Fabl türüne örnekler verir misiniz?
Söyleşi türleri hakkında örnekler verir misiniz?
YORUMLAR