Vahdet TDK, Türk Dil Kurumu isim, eskimiş Arapça va§det Bir olma, tek olma, birlik, teklik. Birleşik Sözler vahdetivücut -du isi...
Vahdet
TDK, Türk Dil Kurumu
isim, eskimiş Arapça va§det
Bir olma, tek olma, birlik, teklik.
Birleşik Sözler
TDK, Türk Dil Kurumu
Bir olma, tek olma, birlik, teklik.
Birleşik Sözler
vahdetivücut -du
isim, felsefe (vahde'tivücu:du) Arapça va§det + vüc°d
Varlık birliği.
VAHDET
Morpa Genel Kültür Ansiklopedisi
Birlik, teklik. Karşıtı çokluktur (kesret).
Kesrette vahdet ise çoklukta birlik anlamına gelir.Dünyada, varlıklar içinde herkesin, her nesnenin Tanrı'nın tecellisi olduğunu bilmek, çoklukta Tanrı'nın tekliğini görmek demektir. Tek anlamındaki vahit sözcüğü de Tanrı'nın adlarındandır. Tasavvuf, temelde vahdet inancına dayanır. Vahdeti vücut, varlık birliği görüşü, felsefe olarak tasavvufun koyduğu ana ilkedir. Buna göre, var olanların kaynağında Tanrı vardır, her şey Tanrı'nın varlığından ibarettir. Tanrı, kendini bütün varlıklarda ortaya koyar, varlıklarda görünür. Tevhit, bir olma inancı da varlık birliğine dayanır. Aşk, tevhitte tutulacak yoldur.
Morpa Genel Kültür Ansiklopedisi
Birlik, teklik. Karşıtı çokluktur (kesret).
Kesrette vahdet ise çoklukta birlik anlamına gelir.Dünyada, varlıklar içinde herkesin, her nesnenin Tanrı'nın tecellisi olduğunu bilmek, çoklukta Tanrı'nın tekliğini görmek demektir. Tek anlamındaki vahit sözcüğü de Tanrı'nın adlarındandır. Tasavvuf, temelde vahdet inancına dayanır. Vahdeti vücut, varlık birliği görüşü, felsefe olarak tasavvufun koyduğu ana ilkedir. Buna göre, var olanların kaynağında Tanrı vardır, her şey Tanrı'nın varlığından ibarettir. Tanrı, kendini bütün varlıklarda ortaya koyar, varlıklarda görünür. Tevhit, bir olma inancı da varlık birliğine dayanır. Aşk, tevhitte tutulacak yoldur.
Vahdet Nedir?
Dini Kavramlar Sözlüğü
Sözlükte "birlik" anlamına gelen vahdet, tasavvufta, her şeyi bir olarak ve bir içinde, nesneleri Allah ile görmek demektir.
Tasavvufta üç türlü vahdetten söz edilmiştir:
a) Vahdet-i kusûd: Murat ve maksatların birliği demektir. Bununla, kulun kendi irade, düşünce ve arzusunu Allah'ın irade, düşünce ve arzusuyla birleştirmesi, O'na bağlaması, iki iradenin birleşip tek irade haline gelmesi kastedilir. Böylece Allah'ın iradesi geçerli ve etkili yapılmış olur.
b) Vahdet-i şuhûd: Görmenin birliği demektir. Bu durumda kul, her yerde Allah'ın tecellisini görür. Bu hâl, vecd ve istiğrak halinde meydana gelir. Ancak vecd hali geçtikten sonra kul kendisinin farkına varır, Hak ile halkı ayrı görür. Vahdet-i şuhûda ayn-ı cem, fenâ ve cem adı da verilir.
c) Vahdet-i vücûd: Varlığın birliği demektir. Bununla Allah'tan başka varlık olmadığının idrak ve şuuruna sahip olmak kastedilir.
Vahdet-i şuhûdda sâlikin her şeyi bir görmesi, geçicidir, birlik bilgide değil, görmededir. Vahdet-i vücûdda ise, birlik bilgidedir. Sâlik, gerçek varlığın bir tane olduğunu, bunun da Hakk'ın varlığından ibaret bulunduğunu, Hak ve O'nun tecellilerinden başka hiçbir şeyin gerçek bir varlığı olmadığını bilir. Vahdet-i vücûd fikrini savunanlar, bu bilgiye ancak yaşayarak ve manevî tecrübe ile ulaşılabileceğini söylerler. Kur'ân'da varlık yaratan-yaratılan şeklinde ikiye ayrıldığından bazı İslâm âlimleri vahdet-i vücûd anlayışını küfür olarak nitelendirmişlerdir.
Dini Kavramlar Sözlüğü
Sözlükte "birlik" anlamına gelen vahdet, tasavvufta, her şeyi bir olarak ve bir içinde, nesneleri Allah ile görmek demektir.
Tasavvufta üç türlü vahdetten söz edilmiştir:
a) Vahdet-i kusûd: Murat ve maksatların birliği demektir. Bununla, kulun kendi irade, düşünce ve arzusunu Allah'ın irade, düşünce ve arzusuyla birleştirmesi, O'na bağlaması, iki iradenin birleşip tek irade haline gelmesi kastedilir. Böylece Allah'ın iradesi geçerli ve etkili yapılmış olur.
b) Vahdet-i şuhûd: Görmenin birliği demektir. Bu durumda kul, her yerde Allah'ın tecellisini görür. Bu hâl, vecd ve istiğrak halinde meydana gelir. Ancak vecd hali geçtikten sonra kul kendisinin farkına varır, Hak ile halkı ayrı görür. Vahdet-i şuhûda ayn-ı cem, fenâ ve cem adı da verilir.
c) Vahdet-i vücûd: Varlığın birliği demektir. Bununla Allah'tan başka varlık olmadığının idrak ve şuuruna sahip olmak kastedilir.
Vahdet-i şuhûdda sâlikin her şeyi bir görmesi, geçicidir, birlik bilgide değil, görmededir. Vahdet-i vücûdda ise, birlik bilgidedir. Sâlik, gerçek varlığın bir tane olduğunu, bunun da Hakk'ın varlığından ibaret bulunduğunu, Hak ve O'nun tecellilerinden başka hiçbir şeyin gerçek bir varlığı olmadığını bilir. Vahdet-i vücûd fikrini savunanlar, bu bilgiye ancak yaşayarak ve manevî tecrübe ile ulaşılabileceğini söylerler. Kur'ân'da varlık yaratan-yaratılan şeklinde ikiye ayrıldığından bazı İslâm âlimleri vahdet-i vücûd anlayışını küfür olarak nitelendirmişlerdir.
VAHDET, -ti a. (ar. vahdet) Esk.
1. Bir ve tek olma, birlik: "... herhangi bir lisan! vahdet, mutlaka eski bir siyasî vahdetin mahsulüdür†(F. Köprülü).
2. Tek, biricik: “Enîsi vahdetimsin, hissedârı infiâlimsin†(Tevfik Fikret).
3. Yalnızlık, tek kalış: “Bu Mısriye kesrette vahdet yolunu göster" (Niyazi, XVII. yy.).
4. Tanrı'ya yakın olma, ulaşma: "Alemi vahdet meyinden cümle medhûş eyledin" (Vas- fi, XVI. yy.).
5. Vahdet-ârâm, huzur veren yer. || Vahdet-güzin, yalnızlığı seven.
|| Vahdet-inikâh, tekeşlilik: "...mesaili mezkûreden birisi (poligami) kesreti nikâh ve (monogami) vahdeti nikâh kaziyesi olarak..." (Ebüzziya Tevfik).
*Tasav. Tanrı'ya yakın, Tanrı ile birlik olma. || Vahdeti vücut, varlığın birliğini; Yaratan ile yaratılanın (Halik ile mahlukun) bir olduklarını; evren ve evrende tüm varlıkların tanrısal ad ve niteliklerin yansımaları olmaktan öte bir değer taşımadıklarını savunan tasavvuf akımı. (Bk. ansikl. böl.)
*ANSİKL. Müslümanlıkta ve öteki tektan- rıcı dinlerde Tanrı'nın birliği, bağımsızlığı, eşsizliği, benzersizliği ve İânrı-evren ayrılığı üzerinde önemle durulur; evren ve evrende yer alan her şeyin Tanrı tarafından yoktan yaratıldığı, Tanrı ve evrenin iki ay» realite alanları olduğu inancı benimsenir. Özellikle müslümanlıkta Allah'ın birliği (tevhit) ilkesini benimsemek bu dinin ve müslüman olmanın ilk temel koşulu sayılır. Kuran'a göre “O'nun (Tanrı'nın) hiçbir benzeri yoktur" (XLIII, 11). Bu nedenle İslam kelam bilginleri yaratılmışlara benzememeyi (muhalefetün li'l-havadis) Allah' ın sıfatlarından biri olarak kabul ederler.
Tanrı ile insan arasındaki kozmik ilişkiden çok dinsel ve ahlaksal ilişki üzerinde duran ilk müslüman zahit ve sufiler, yukarda belirtilen İslam inançlarını olduğu gibi benimsediler. Ancak, eski hint ve İran din ve inançlarının, Platon ve Plotinos gibi yunan düşünürlerinin panteist (tümtanrıcı) görüşlerinin de etkisiyle Bayeziti Bistami (öl. 848 ya da 861), Cüneydi Bağdadi (öl. 910), Hallacı Mansur (öl. 922) gibi ilk su- filerin Tanrı-evren ve Tanrı-insan ilişkisinin kozmik durumuna getirdikleri değişik yorumlar, sonradan vahdet-i vücut adı verilen yeni bir anlayışın doğmasına yol açtı. Kelamcı, hadisçi ve fıkıhçı din bilginlerinin yoğun tepkisine karşın bu anlayış özellikle mutasavvıflar arasında hızla yayıldı, Fahrettini Attar (öl. 1193), Ruzbihanı Bakli (öl. 1209), ibn ül-Farız (1224) gibi sufi yazarlar bu akımı geliştirdiler. Vahdeti vücut felsefesini tam olarak sistemleştiren mutasavvıf Muhittin Arabi (öl. 1240) oldu. Sadrettini Konevi (öl. 1273), Mevlana (öl. 1273), Abdülkerim el-Cili (öl. 1428) ve daha birçok mutasavvıf şair ve yazar bu felsefenin gelişme ve yayılmasında önemli ölçüde etkili oldular.
Ufak bazı görüş ayrılıklarına karşın bu mutasavvıfların görüşlerinde İslam dinindeki La ilahe illallah (Allah'tan başka Tanrı yoktur) önermesi, vahdet-i vücutçu bir değişiklikle La mevcude illallah (Allah'tan başka varlık yoktur) biçimini aldı. Buna göre tek gerçek ve mutlak varlık Allah'tır; O, bütünüyle evrenin kaynağı ve nedenidir. O, kendi zatı ve özü bakımından Hak, evrendeki çeşitli varlıklar biçiminde yayılış (feyz) ve görünüşleri bakımından halk' tır. Şu halde özü bakımından varlıkta birlik (vahdet) vardır; çokluk (kesret) ise yalnızca görünüştedir. Nitekim ibnülarabi “Çokluk, bir olan Zat'taki (Tanrı'daki) ey- lenisel bir bölünmeden değil, görüş farklarından doğar" der. Ona göre, varlığa Tanrı gözü ile bakan birlik görür; kendi gözü ile bakan ise çokluk görür. Aklın sınırlı oluşundan ve bütünü (kül) olarak kavrama yeteneğinden uzak kalmışından ötürü sıradan insanlar bütünü varlıkların çokluğu sayar ve her birine değişik özellikler yüklerler. Oysa, sufinin keskin gözüyle bakılacak olursa yüksek ve zihinüstü bir sezgiyle görünüşlerin çokluğu aşılabilir ve bütün şeylerin Tann gerçeğinin pırıltıları olduğu görülebilir. Böylece vahdeti vücutçu sufiler en genel anlatımıyla Yaratan (Halik) ve yaratılan (mahluk) ikiliğini ortadan kaldırırlar. Hallaç "Ben Hakk'ın ken- disiyimâ€, Bayeziti Bistami “Kendimi tespih ederim, benim şanım ne yücedir", ibnülarabi "Yaratılan yaratılmış olandır; ben: O ve O benimâ€, Yunus Emre “Bir ben vardır bende benden içeru" derlerken hep bu Tanrı-evren ve Tanrı-insan birliğini kastetmişlerdir.
Böylece vahdeti vücutçu mutasavvıflar evrenin Tanrı'dan ayrı ve gerçek bir varlığı olmadığını düşündüklerinden, zorunlu olarak evrenin yoktan yaratılmış olduğu biçimindeki yerleşik dinsel inanca da karşı çıkmışlardır. Çünkü akli bakımdan kendisinden varlık meydana gelen bir yokluk düşünülemez. Ayrıca tanrısal özden değil de yoktan yeni varlıklar yaratılması, Tanrı dışında yeni gerçekler bulunması gerektiği sonucunu doğurur; bu ise tam anlamıyla Tanrı'nın birliği inancına aykırıdır. Şu halde evrendeki her varlık Tanrı'dan taşarak (feyz) tanrısal görünüşle (tecelliyat) haline gelir. Mutasavvıflar bu görüşlerini mantıksal kanıtlar yanında Kuran ve hadislere dayandırmaya da çalışmışlardır. Örneğin "Onları (savaş sırasında düşmanlarınızı) siz öldürmediniz, Allah öldürdü; (oklarınızı) attığınızda siz atmadınız, Allah attı†(VIII, 17) mealindeki ayette insanların “atma†ve “öldürme" eylemlerinin Allah'ın eylemleri olarak gösterilmesi, mutasavvıflara göre Allah-insan birliğini gösterir. Ancak, sufilerin vahdet-i vücut hakkındaki en güçlü dayanakları, kendi iç gözlemleriyle, kendilerinin Tanrı'dan ayrı birer gerçek olmayıp Tanrı ve kendilerinin bir tek varlık, bir tek gerçek olduğunu iç dünyalarında gözlemeleridir. Ne var ki, sufilerin bu gözlemlerinin objektif ve bilimsel bir kanıt değeri taşımadığı, ayet ve hadislerle ilgili yorumlarının da saptırmadan öte bir değeri bulunmadığı gibi gerçeklere dayanan birçok İslam bilgini vahdeti vücut anlayışını İslam inançlarına ve bilimsel gerçeklere aykırı bulmuşlar; tarafsız bilgin ve araştırmacılar da bu felsefenin İslam dini ile bağdaştırmasının güçlüğünü kabul etmişlerdir.
1. Bir ve tek olma, birlik: "... herhangi bir lisan! vahdet, mutlaka eski bir siyasî vahdetin mahsulüdür†(F. Köprülü).
2. Tek, biricik: “Enîsi vahdetimsin, hissedârı infiâlimsin†(Tevfik Fikret).
3. Yalnızlık, tek kalış: “Bu Mısriye kesrette vahdet yolunu göster" (Niyazi, XVII. yy.).
4. Tanrı'ya yakın olma, ulaşma: "Alemi vahdet meyinden cümle medhûş eyledin" (Vas- fi, XVI. yy.).
5. Vahdet-ârâm, huzur veren yer. || Vahdet-güzin, yalnızlığı seven.
|| Vahdet-inikâh, tekeşlilik: "...mesaili mezkûreden birisi (poligami) kesreti nikâh ve (monogami) vahdeti nikâh kaziyesi olarak..." (Ebüzziya Tevfik).
*Tasav. Tanrı'ya yakın, Tanrı ile birlik olma. || Vahdeti vücut, varlığın birliğini; Yaratan ile yaratılanın (Halik ile mahlukun) bir olduklarını; evren ve evrende tüm varlıkların tanrısal ad ve niteliklerin yansımaları olmaktan öte bir değer taşımadıklarını savunan tasavvuf akımı. (Bk. ansikl. böl.)
*ANSİKL. Müslümanlıkta ve öteki tektan- rıcı dinlerde Tanrı'nın birliği, bağımsızlığı, eşsizliği, benzersizliği ve İânrı-evren ayrılığı üzerinde önemle durulur; evren ve evrende yer alan her şeyin Tanrı tarafından yoktan yaratıldığı, Tanrı ve evrenin iki ay» realite alanları olduğu inancı benimsenir. Özellikle müslümanlıkta Allah'ın birliği (tevhit) ilkesini benimsemek bu dinin ve müslüman olmanın ilk temel koşulu sayılır. Kuran'a göre “O'nun (Tanrı'nın) hiçbir benzeri yoktur" (XLIII, 11). Bu nedenle İslam kelam bilginleri yaratılmışlara benzememeyi (muhalefetün li'l-havadis) Allah' ın sıfatlarından biri olarak kabul ederler.
Tanrı ile insan arasındaki kozmik ilişkiden çok dinsel ve ahlaksal ilişki üzerinde duran ilk müslüman zahit ve sufiler, yukarda belirtilen İslam inançlarını olduğu gibi benimsediler. Ancak, eski hint ve İran din ve inançlarının, Platon ve Plotinos gibi yunan düşünürlerinin panteist (tümtanrıcı) görüşlerinin de etkisiyle Bayeziti Bistami (öl. 848 ya da 861), Cüneydi Bağdadi (öl. 910), Hallacı Mansur (öl. 922) gibi ilk su- filerin Tanrı-evren ve Tanrı-insan ilişkisinin kozmik durumuna getirdikleri değişik yorumlar, sonradan vahdet-i vücut adı verilen yeni bir anlayışın doğmasına yol açtı. Kelamcı, hadisçi ve fıkıhçı din bilginlerinin yoğun tepkisine karşın bu anlayış özellikle mutasavvıflar arasında hızla yayıldı, Fahrettini Attar (öl. 1193), Ruzbihanı Bakli (öl. 1209), ibn ül-Farız (1224) gibi sufi yazarlar bu akımı geliştirdiler. Vahdeti vücut felsefesini tam olarak sistemleştiren mutasavvıf Muhittin Arabi (öl. 1240) oldu. Sadrettini Konevi (öl. 1273), Mevlana (öl. 1273), Abdülkerim el-Cili (öl. 1428) ve daha birçok mutasavvıf şair ve yazar bu felsefenin gelişme ve yayılmasında önemli ölçüde etkili oldular.
Ufak bazı görüş ayrılıklarına karşın bu mutasavvıfların görüşlerinde İslam dinindeki La ilahe illallah (Allah'tan başka Tanrı yoktur) önermesi, vahdet-i vücutçu bir değişiklikle La mevcude illallah (Allah'tan başka varlık yoktur) biçimini aldı. Buna göre tek gerçek ve mutlak varlık Allah'tır; O, bütünüyle evrenin kaynağı ve nedenidir. O, kendi zatı ve özü bakımından Hak, evrendeki çeşitli varlıklar biçiminde yayılış (feyz) ve görünüşleri bakımından halk' tır. Şu halde özü bakımından varlıkta birlik (vahdet) vardır; çokluk (kesret) ise yalnızca görünüştedir. Nitekim ibnülarabi “Çokluk, bir olan Zat'taki (Tanrı'daki) ey- lenisel bir bölünmeden değil, görüş farklarından doğar" der. Ona göre, varlığa Tanrı gözü ile bakan birlik görür; kendi gözü ile bakan ise çokluk görür. Aklın sınırlı oluşundan ve bütünü (kül) olarak kavrama yeteneğinden uzak kalmışından ötürü sıradan insanlar bütünü varlıkların çokluğu sayar ve her birine değişik özellikler yüklerler. Oysa, sufinin keskin gözüyle bakılacak olursa yüksek ve zihinüstü bir sezgiyle görünüşlerin çokluğu aşılabilir ve bütün şeylerin Tann gerçeğinin pırıltıları olduğu görülebilir. Böylece vahdeti vücutçu sufiler en genel anlatımıyla Yaratan (Halik) ve yaratılan (mahluk) ikiliğini ortadan kaldırırlar. Hallaç "Ben Hakk'ın ken- disiyimâ€, Bayeziti Bistami “Kendimi tespih ederim, benim şanım ne yücedir", ibnülarabi "Yaratılan yaratılmış olandır; ben: O ve O benimâ€, Yunus Emre “Bir ben vardır bende benden içeru" derlerken hep bu Tanrı-evren ve Tanrı-insan birliğini kastetmişlerdir.
Böylece vahdeti vücutçu mutasavvıflar evrenin Tanrı'dan ayrı ve gerçek bir varlığı olmadığını düşündüklerinden, zorunlu olarak evrenin yoktan yaratılmış olduğu biçimindeki yerleşik dinsel inanca da karşı çıkmışlardır. Çünkü akli bakımdan kendisinden varlık meydana gelen bir yokluk düşünülemez. Ayrıca tanrısal özden değil de yoktan yeni varlıklar yaratılması, Tanrı dışında yeni gerçekler bulunması gerektiği sonucunu doğurur; bu ise tam anlamıyla Tanrı'nın birliği inancına aykırıdır. Şu halde evrendeki her varlık Tanrı'dan taşarak (feyz) tanrısal görünüşle (tecelliyat) haline gelir. Mutasavvıflar bu görüşlerini mantıksal kanıtlar yanında Kuran ve hadislere dayandırmaya da çalışmışlardır. Örneğin "Onları (savaş sırasında düşmanlarınızı) siz öldürmediniz, Allah öldürdü; (oklarınızı) attığınızda siz atmadınız, Allah attı†(VIII, 17) mealindeki ayette insanların “atma†ve “öldürme" eylemlerinin Allah'ın eylemleri olarak gösterilmesi, mutasavvıflara göre Allah-insan birliğini gösterir. Ancak, sufilerin vahdet-i vücut hakkındaki en güçlü dayanakları, kendi iç gözlemleriyle, kendilerinin Tanrı'dan ayrı birer gerçek olmayıp Tanrı ve kendilerinin bir tek varlık, bir tek gerçek olduğunu iç dünyalarında gözlemeleridir. Ne var ki, sufilerin bu gözlemlerinin objektif ve bilimsel bir kanıt değeri taşımadığı, ayet ve hadislerle ilgili yorumlarının da saptırmadan öte bir değeri bulunmadığı gibi gerçeklere dayanan birçok İslam bilgini vahdeti vücut anlayışını İslam inançlarına ve bilimsel gerçeklere aykırı bulmuşlar; tarafsız bilgin ve araştırmacılar da bu felsefenin İslam dini ile bağdaştırmasının güçlüğünü kabul etmişlerdir.
Kaynak: Büyük Larousse
YORUMLAR