VAROLUŞ a. 1. Var olmak eylemi, biçimi. 2. Fels Vrir olma, bir gerçekliğe sahip olma olgusu. *ANSİKL. Fels. "Varoluşâ€ kategor...
VAROLUŞ a.
1. Var olmak eylemi, biçimi.
2. Fels Vrir olma, bir gerçekliğe sahip olma olgusu.
*ANSİKL. Fels. "Varoluşâ€ kategorisi, felsefenin Yunanistan'da Sokrates öncesi filozoflara kadar uzanan kökenlerine inmemizi gerektirir. Anaksimandros, şeylerin, doğup ortaya çıkmakla, tikel, somut ve güncel varlıklarına ulaşmak için ilksel ve tanrısal birliklerinden kopmakla, dine aykırı bir şey yaptıklarına ve dolayısıyla yok edilerek cezalandırılacaklarına inanıyordu. Dolayısıyla varoluş, ona göre, tanrısal ilksel kökenin terk edilmesi sonucu meydana gelen bir kayıp demekti. Parmenides ve daha sonra Platon ile birlikte, bu "kayıp" olma ve asıl varlığın dışına düşme düşüncesinin yerini, varlık ve gerçekten varolan (idealar, özler) üzerine düşünmeden pek farklı olmayan, varoluş üzerine düşünme çaba
sı aldı. Nitekim, yunanca usia sözcüğü, örneğin Platon için, hem özü hem varoluşu belirtir. Ama Platon felsefe yapmaya, varolan bir gerçeklikten, bir varolandan, yani Sokrates'ten hareketle başlamıştı.
Aziz Augustinus'ta da, yeniplatoncu felsefeden miras kalmış bir varlıklar hiyerarşisi kuramıyla karşılaşırız. Bu hiyerarşinin tepesinde, varolan tek Varlık, yani Tanrı bulunur; buna karşılık insan bir varoluşan- dan başka bir şey değildir Burada bir varoluş felsefesinden çok, bir öz felsefesi söz konusudur. Bununla birlikte aziz Augustinus, Tanrı'nın varolduğunu kanıtlama sorununa hiç değinmez; onun başlıca sorunu, Tann'nın bilgisine ulaşmaktır; bu bilgi insana da kendi varlığının sınırını gösterecektir.
Ortaçağ'da varoluş üzerinde düşünme, öncelikle Tanrı'nın varolduğu (varoluşu) sorunu üzerinde yoğunlaştı. Bu anlayış Descartes'a kadar sürdü; Descartes “Düşünüyorum, ve düşündüğüm ölçüde varım" (Metot üzerine konuşma [Discours de la möthode], birinci ilke) demekle, düşünen varlık olarak varoluşunu da öne sürüyordu ve bu, onun için şu anlamı taşıyordu; "ben düşünen bir özden ya da ruhtan başka bir şey değilim" (ay. ypt.). Descartes ruh ile bedenin birliğini ancak Tanrı'nın varoluşunu yetkin varlık olarak Tanrı'nın tasarımına başvurarak kanıtladıktan sonra öne sürecekti. Kant, Tanrı'nın varlığını onun yetkinliği fikrine bağlayan bu görüşü eleştirir.
Leibniz'e göre varlık bütünüyle etkinlik demektir: olabilir her özlük varolmaya belli bir eğilim duyar (praetensio ad existentiam), yani yetkinliğiyle (ya da sahip olduğu öz miktarıyla) orantılı bir güçle varolmaya çalışır. Özellikle Tanrı, mutlak yetkin varlık olarak, varolmaya en büyük eğilimi duyar ve dolayısıyla zorunlu olarak vardır (sahip olduğu öz miktarı sonsuzdur).
XIX. ve XX. yy.'da, varoluş kavramı, metafiziğin etkisinden giderek kurtuldu ve canlı, yaşanmış bir gerçeklik anlamı kazandı. Hegel'de "varoluş" (Existenz) terimi, yalnızca dış dolayımsızlığı içinde değil, özün dolayımı sonucu doğmuş biçimiyle ele alınan varlığı belirtir. Çünkü "varlığın gerçeği, bir ilk dolayımsız olmak değil, dolayımsızlık içinde doğmuş öz olmaktır" (Wissenschaft der Logik [Mantık bilimi], "Özâ€, 2,1). Dolayısıyla Hegel' in varoluş tanımını en kesin biçimiyle düşünmek gerekir: "Varoluş ‘özse! varlıktır [...], olumsuzluk ve içsellikten doğmuş bir varlıktır" (ay. ypt.). Varoluşun daha sonraki belirlenimleriyse, somut gerçeklik, kavram, idea'dır.
Varoluşu, metafiziğin ve Hegel'inki gibi kapalı felsefi sistemlerin dışına çıkarak kavramamız, şaşırtıcı bir biçimde, Kierke- gaard gibi tam anlamıyla dindar bir düşünürün savlarıyla mümkün oldu. Kierkegaard'a göre varoluş, aşkınlığa yönelen boğuntulu bir gerilim anlamı taşır ve boğuntu ile yaşanan an birbirine karışır (Kierkegaard son günlerinde Ojeblikket [Yaşan-an] başlıklı bir günce [1855] tutmuştu). Varoluşu, mutlaklaştırdığı için aynı zamanda güvenilir hale getiren sistemli bir felsefi düşüncede değil, ancak yaşanan anda, süreksiz olanda kavrayabiliriz (ve bu anlamda varoluş, boğuntunun ta kendisidir). Hegel için Tanrı mutlak idea' dır; Kierkegaard içinse Tanrı, insanın tutkulu ve boğuntulu varoluşunun her anında birlikte olduğu ve tartıştığı bir kişidir: Isa'dır.
Boğuntu tema'sı, daha sonraki varoluş felsefelerinde de sürekli karşımıza çıkar, Sartre'da, görüldükleri biçimleriyle nesneler karşısında (Bulantı [la Nausöe], 1938), başkaları karşısında (Kapalı oturum [Huis clos], 1944), bağlanımın gerektirdiği seçim kaışısında duyulan boğuntu sözkonusudur: "İnsan bu seçimi yapmakla yükümlüdür. Seçmeme özgürlüğü diye bir şey yoktur: insan bağlanımlıdır [...] çekimserli^ de bir seçimdir" ("Temps modernes" dergisini Sunuş yazısı [1945], Situations II 'den). Yerinde olmayan bir nitelemeyle “varoluşçuluk felsefeleri†diye adlandırılan varoluş felsefeleri, insan ve insanın durumu üzerine somut bir düşünme çabası ortaya koymaya çalışırlar.
J.-R Sartre'ın anladığı anlamda, "varoluş, özden önce gelir" sözü (Varoluşçuluk bir hümarıizmadır [L'existentialisme est un humanisme], 1946), Tanrı ya da yazgı diye bir şey varolmadığına göre, bireyin öznelliğini ve eylemini göz önünde tutmayı öngörür. Gerçekten de, Sartre'a göre “insan yalnızca vardır, yalnız kendini kavradığı biçimde değil, olmak istediği biçimde de vardır ve kendini varoluştan sonra kavradığına göre bu varoluşa yönelik bir atılımla kendini ortaya koyduğuna göre, insan kendini ne yaparsa ondan başka bir şey değildir†(ay. ypt.). İnsan kendi yazgısını kendi özgür iradesiyle yaratır; bilinçli olarak ve sorumluluğu bütünüyle kendisine ait olarak hareket eder, seçer, bağlanır. Ve bu seçim tüm insanları bağlar: "Her birimiz, kendimizi gene kendimiz seçeriz, ama bununla, herkesin kendini seçerken tüm insanları seçtiğini de söylemek istiyoruz. Aslında, olmak istediğimiz insanı yaratırken, aynı zamanda olması gerektiğini beklediğimiz insanın bir imgesini de yaratmış oluyoruz ve hiçbir edimimiz bu sonucu doğurmaktan kurtulamaz" (ay. ypt.). Ve bu durum "dünyaya fırlatılmış" olduğumuz; yaşama, dolayımsızlığa fırlatılmış olduğumuz andan başlayarak böyledir.
1. Var olmak eylemi, biçimi.
2. Fels Vrir olma, bir gerçekliğe sahip olma olgusu.
*ANSİKL. Fels. "Varoluşâ€ kategorisi, felsefenin Yunanistan'da Sokrates öncesi filozoflara kadar uzanan kökenlerine inmemizi gerektirir. Anaksimandros, şeylerin, doğup ortaya çıkmakla, tikel, somut ve güncel varlıklarına ulaşmak için ilksel ve tanrısal birliklerinden kopmakla, dine aykırı bir şey yaptıklarına ve dolayısıyla yok edilerek cezalandırılacaklarına inanıyordu. Dolayısıyla varoluş, ona göre, tanrısal ilksel kökenin terk edilmesi sonucu meydana gelen bir kayıp demekti. Parmenides ve daha sonra Platon ile birlikte, bu "kayıp" olma ve asıl varlığın dışına düşme düşüncesinin yerini, varlık ve gerçekten varolan (idealar, özler) üzerine düşünmeden pek farklı olmayan, varoluş üzerine düşünme çaba
sı aldı. Nitekim, yunanca usia sözcüğü, örneğin Platon için, hem özü hem varoluşu belirtir. Ama Platon felsefe yapmaya, varolan bir gerçeklikten, bir varolandan, yani Sokrates'ten hareketle başlamıştı.
Aziz Augustinus'ta da, yeniplatoncu felsefeden miras kalmış bir varlıklar hiyerarşisi kuramıyla karşılaşırız. Bu hiyerarşinin tepesinde, varolan tek Varlık, yani Tanrı bulunur; buna karşılık insan bir varoluşan- dan başka bir şey değildir Burada bir varoluş felsefesinden çok, bir öz felsefesi söz konusudur. Bununla birlikte aziz Augustinus, Tanrı'nın varolduğunu kanıtlama sorununa hiç değinmez; onun başlıca sorunu, Tann'nın bilgisine ulaşmaktır; bu bilgi insana da kendi varlığının sınırını gösterecektir.
Ortaçağ'da varoluş üzerinde düşünme, öncelikle Tanrı'nın varolduğu (varoluşu) sorunu üzerinde yoğunlaştı. Bu anlayış Descartes'a kadar sürdü; Descartes “Düşünüyorum, ve düşündüğüm ölçüde varım" (Metot üzerine konuşma [Discours de la möthode], birinci ilke) demekle, düşünen varlık olarak varoluşunu da öne sürüyordu ve bu, onun için şu anlamı taşıyordu; "ben düşünen bir özden ya da ruhtan başka bir şey değilim" (ay. ypt.). Descartes ruh ile bedenin birliğini ancak Tanrı'nın varoluşunu yetkin varlık olarak Tanrı'nın tasarımına başvurarak kanıtladıktan sonra öne sürecekti. Kant, Tanrı'nın varlığını onun yetkinliği fikrine bağlayan bu görüşü eleştirir.
Leibniz'e göre varlık bütünüyle etkinlik demektir: olabilir her özlük varolmaya belli bir eğilim duyar (praetensio ad existentiam), yani yetkinliğiyle (ya da sahip olduğu öz miktarıyla) orantılı bir güçle varolmaya çalışır. Özellikle Tanrı, mutlak yetkin varlık olarak, varolmaya en büyük eğilimi duyar ve dolayısıyla zorunlu olarak vardır (sahip olduğu öz miktarı sonsuzdur).
XIX. ve XX. yy.'da, varoluş kavramı, metafiziğin etkisinden giderek kurtuldu ve canlı, yaşanmış bir gerçeklik anlamı kazandı. Hegel'de "varoluş" (Existenz) terimi, yalnızca dış dolayımsızlığı içinde değil, özün dolayımı sonucu doğmuş biçimiyle ele alınan varlığı belirtir. Çünkü "varlığın gerçeği, bir ilk dolayımsız olmak değil, dolayımsızlık içinde doğmuş öz olmaktır" (Wissenschaft der Logik [Mantık bilimi], "Özâ€, 2,1). Dolayısıyla Hegel' in varoluş tanımını en kesin biçimiyle düşünmek gerekir: "Varoluş ‘özse! varlıktır [...], olumsuzluk ve içsellikten doğmuş bir varlıktır" (ay. ypt.). Varoluşun daha sonraki belirlenimleriyse, somut gerçeklik, kavram, idea'dır.
Varoluşu, metafiziğin ve Hegel'inki gibi kapalı felsefi sistemlerin dışına çıkarak kavramamız, şaşırtıcı bir biçimde, Kierke- gaard gibi tam anlamıyla dindar bir düşünürün savlarıyla mümkün oldu. Kierkegaard'a göre varoluş, aşkınlığa yönelen boğuntulu bir gerilim anlamı taşır ve boğuntu ile yaşanan an birbirine karışır (Kierkegaard son günlerinde Ojeblikket [Yaşan-an] başlıklı bir günce [1855] tutmuştu). Varoluşu, mutlaklaştırdığı için aynı zamanda güvenilir hale getiren sistemli bir felsefi düşüncede değil, ancak yaşanan anda, süreksiz olanda kavrayabiliriz (ve bu anlamda varoluş, boğuntunun ta kendisidir). Hegel için Tanrı mutlak idea' dır; Kierkegaard içinse Tanrı, insanın tutkulu ve boğuntulu varoluşunun her anında birlikte olduğu ve tartıştığı bir kişidir: Isa'dır.
Boğuntu tema'sı, daha sonraki varoluş felsefelerinde de sürekli karşımıza çıkar, Sartre'da, görüldükleri biçimleriyle nesneler karşısında (Bulantı [la Nausöe], 1938), başkaları karşısında (Kapalı oturum [Huis clos], 1944), bağlanımın gerektirdiği seçim kaışısında duyulan boğuntu sözkonusudur: "İnsan bu seçimi yapmakla yükümlüdür. Seçmeme özgürlüğü diye bir şey yoktur: insan bağlanımlıdır [...] çekimserli^ de bir seçimdir" ("Temps modernes" dergisini Sunuş yazısı [1945], Situations II 'den). Yerinde olmayan bir nitelemeyle “varoluşçuluk felsefeleri†diye adlandırılan varoluş felsefeleri, insan ve insanın durumu üzerine somut bir düşünme çabası ortaya koymaya çalışırlar.
J.-R Sartre'ın anladığı anlamda, "varoluş, özden önce gelir" sözü (Varoluşçuluk bir hümarıizmadır [L'existentialisme est un humanisme], 1946), Tanrı ya da yazgı diye bir şey varolmadığına göre, bireyin öznelliğini ve eylemini göz önünde tutmayı öngörür. Gerçekten de, Sartre'a göre “insan yalnızca vardır, yalnız kendini kavradığı biçimde değil, olmak istediği biçimde de vardır ve kendini varoluştan sonra kavradığına göre bu varoluşa yönelik bir atılımla kendini ortaya koyduğuna göre, insan kendini ne yaparsa ondan başka bir şey değildir†(ay. ypt.). İnsan kendi yazgısını kendi özgür iradesiyle yaratır; bilinçli olarak ve sorumluluğu bütünüyle kendisine ait olarak hareket eder, seçer, bağlanır. Ve bu seçim tüm insanları bağlar: "Her birimiz, kendimizi gene kendimiz seçeriz, ama bununla, herkesin kendini seçerken tüm insanları seçtiğini de söylemek istiyoruz. Aslında, olmak istediğimiz insanı yaratırken, aynı zamanda olması gerektiğini beklediğimiz insanın bir imgesini de yaratmış oluyoruz ve hiçbir edimimiz bu sonucu doğurmaktan kurtulamaz" (ay. ypt.). Ve bu durum "dünyaya fırlatılmış" olduğumuz; yaşama, dolayımsızlığa fırlatılmış olduğumuz andan başlayarak böyledir.
Kaynak: Büyük Larousse
YORUMLAR