Orta çağda, antik çağın özgür felsefesiyle bir Hıristiyanlık düşüncesi oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu dönemdeki felsefenin amacı araştırmak...
Orta çağda, antik çağın özgür felsefesiyle bir Hıristiyanlık düşüncesi oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu dönemdeki felsefenin amacı araştırmak değil, eğitmek ve öğretmektedir. 1. ORTAÇAÄ FELSEFESİNİN ÖZELLİKLERİ
1-) Bu dönemdeki düşünürler daha çok din adamlarıydı. Bunlar gerçeğe zaten sahip olduklarından dolayı ayrıca gerçeğe ulaşma çabasında olmamışlardır. Bunlara göre gerçek âdinin dogmalarındaâ belirlenmiştir. Bu nedenle bu dönemde yapılan şey, dinin dogmalarını sistem halinde düzenlemek yani aklın kavrayabileceği duruma getirmektir. Sistemleştirilen bu bilgiler de okullarda bilgi olarak aktarılır. Bu nedenle bu döneme okul felsefesi de denir.
2-) Bu dönemde gerçeğe ulaşma çabası olmadığı için yeni bir şey ortaya koymamışlardır. Bundan dolayı bu zamandaki felsefe statik felsefedir. Bu dönemde yapılan öğretileni öğretmektir.
3-) Bu dönemde Platon ve Aristo’dan etkilenilmiştir.
4-) Bu dönemde çok tanrılı dine sahip olan antikçağın kültüründen Hıristiyanlığın etkisinde gelişen tek tanrılı bir anlayış vardır.
5-) Bu dönemin en önemli bir özelliği, var olan düşünceleri çelişkisiz bir sistem içinde toplama girişimleridir. 2. ORTAÇAÄ FELSEFESİ DÖNEMLERİ
Biz Ortaçağ felsefesini 2’ye ayırabiliriz.
1- Patristik Felsefe (2.yy-8.yy)
2- Skolâstik Felsefe (8.yy-16.yy)1 - Patristik Felsefe:
Ortaçağ felsefesinin 8.yy’a kadar olan birinci dönemidir. Bu dönem felsefesinin amacı Hıristiyanlığı yaymak ve diğer inançlara karşı savunmaktır. Bu yapılırken de Platon ve Plotinus’un görüşlerinden yararlanılmıştır.
Bu dönemde yapılan en önemli şey Hıristiyan dinin öğretilerinin oluşturulmasıdır.
Bu felsefenin Kurucusu ve en önemli temsilcisi Augustinos’dur. (354-430) ona göre inanç zekâdan önce gelir. Bir şeyi anlamak için önceden onu kabul etmek gerekir. Bunu âAnlayabilmek için inanıyorumâ sözüyle belirtir. Ona göre aklın görevi; inanç yoluyla bilinen şeyleri açıklamaktır. Augustinus vahiy yoluyla indirilmiş olan dinin dogmalarını peşinen doğru kabul eder ve Tanrının iyi diye buyurduğu şeyleri tartışılmayacağını söyler.
Augustinus Tanrı ve ruh kavramları üstünde durur. Bunların dışında kalan hiçbir şeyin başlı başına değeri olmadığını söyler. Gerçeğe sahip olan insanın mutlu olacağını söyler. Gerçeğe ulaşabilmek için bu gerçekliğe inanması gerekir. İnsanın kendisini ve Tanrıyı tanıması en önemli gerçekliktir. Bunları bilmek insanı mutlu eder. Erdemlilik, insanın iradesinin Tanrının iradesine sunmasıdır.
Augustinus tarih felsefesinin kurucusudur. Ona göre tarih; bir defa olan ve tekrarlanmayan olaylardan oluşan bir süreçtir.2 - Skolâstik Felsefe:
Bu dönem 9.yy’dan 15.yy’a kadar olan dönemdir. Patristik felsefe Hıristiyanlık inancına felsefi bir nitelik kazandırmayı hedeflerken, Skolâstik felsefe bu öğretiyi sistematik hale getirme çabasındadır. Yöntem olarak, aklı vahiy doğrularıyla uzlaştırarak, Hıristiyanlık anlayışını anlaşılabilir kılmaktır. Bu dönemde amaç yeni bir şey bulmak değildir.
Bu dönem kendisine Aristo’yu rehber seçmiştir. Bu dönemin felsefesi öğretmek ve öğrenmek için işlenmiş sistemleştirilmiş bir teolojidir. Bu dönem bir okul öğretisidir.
Bu dönemde gerçek, otoritelerde ve kitaplar da aranır. Gerçeğin doğrudan yapılacak gözlemlerle bulunacağını kabul etmez.
Bu dönemin en önemli 2 düşünürü Anselmus (1033-1009) ve Aquino’lu Thomas’tır.
Anselmus Augustinus’dan etkilenmiştir. Anselmus inancı akıl ile temellendirmiştir. Ona göre insan Tanrıya yönelerek ve inanarak gerçeğin bilgisine akıl ile ulaşabilir.
Klasik çağ ile modern çağ arasında kalan tarihsel dönemde söz konusu olan felsefe faaliyeti; düşünce tarihinde M.S. 1. ya da II. yüzyılla, XV. yüzyıl arasında kalan tarihsel kesitin felsefesi.
Ortaçağ Felsefesi kendi içinde dört ayrı geleneği ihtiva eder:
1- Batı ya da Avrupa’da gelişip, Latince ifade edilmiş olan Hıristiyan felsefesi,
2- Doğuda İslam dünyasında zuhur etmiş ve Arap dilinde ifade edilmiş olan İslam felsefesi,
3- Sadece Hıristiyan ülkelerinÂde değil, fakat İslam dünyasının çok çeşitli bölgelerinde Musevi düşünürler tarafından İbranice ifade edilmiş olan Yahudi felsefesi ve
4- Hıristiyan Bizans İmparatorluğu içinde Grek diliyle ortaya konmuş olan Bizans felÂsefesi.
Dört farklı geleneğine, ve söz konusu geÂleneklerin kendi aralarında sergilediği temel birtakım farklılıklara rağmen, Ortaçağ felseÂfesi bir bütün meydana getirir. Bunun üç temel nedeni vardır. Her şeyden önce, gerek Hıristiyan felsefesi, gerek İslam felsefesi ve gerekse Musevi ve Bizans felsefesi ortak bir felsefi mirası paylaşır: Antik Yunan felsefeÂsi. Buna göre, Grek düşüncesi geç AntikÂçağda, özellikle Yeni-Platonculuk eliyle OrÂtaçağ felsefesine önemli bir etki yapmıştır. Ortaçağ felsefesinin kendi içinde bir bütün oluşturmasının ikinci büyük nedeni, sözünü ettiğimiz dört ayrı felsefe geleneğinin birÂbirleriyle yakın bir ilişki içinde olmasıdır. Nitekim, Ortaçağda Musevi düşünürler, okudukları İslam düşünürlerden, özellikle de Farabi ve İbni Sina’dan yoğun bir biçimÂde etkilenmiş, aynı İslam felsefesi 12. yüzÂyıl Rönesans’ı yoluyla Batı’ya kaynaklık, ya da en azından antik Yunan felsefesinin aktaÂrılmasına aracılık etmiştir. Nihayet, dört ayrı gelenek de, vahye dayalı tek Tanrılı dinlerin hakim olduğu kültürlerin bir parçaÂsı olmak durumundadır. Dini öğretiyle felsefi spekülasyon, veya teoloji ile felsefe arasındaki ilişki bu geleneklerin her birinde farklılık gösterse de, ele alınan felsefi probÂlemler hepsinde üç aşağı beş yukarı aynıdır.
Söz konusu temellere ek olarak, Ortaçağ felsefesinin temel özellikleri, şöyle sınıflaÂnabilir:
1- İlkçağ Yunan felsefesinin belli bir halkın, antik Yunan ya da Atina halkının, modern felsefenin ise farklı uluslara menÂsup ayrı bireylerin felsefesi olduğu yerde, Ortaçağ felsefesi, bireylerin ve halkların kaÂrakteristik özelliklerinin üstünde olan dini bir topluluğun, bir ümmetin, Hıristiyan ya da İslam toplumunun veya Yahudi cemaatiÂnin felsefesidir.
2- Antik Yunan felsefesinin bütünüyle dünyevi bir felsefe olduğu, klasik aklın en temel özelliğinin sekülarizm olduğu yerde, Ortaçağ felsefesi kendisine öte dünyasal bir ilginin hakim olduğu bir felsefedir. Başka bir deyişle, Yunan’da insanın temel probleÂminin bu dünyada mutluluğa erişmek olduÂğu kabul edilmiştir; Yunan’da, insanın bu problemi çözebilecek güce sahip bulunduÂğuna ve kendi çabasıyla iyi ve mutlu bir haÂyata ulaşabileceğine inanılmışken, OrtaçağÂda problemler, bu dünyadaki hayattan ziyade, ahiret hayatıyla ilgili olan problemÂlerdir. Aranan mutluluk, bu dünyadaki mutÂluluk değil, fakat ebedi bir saadettir. BunÂdan dolayı, antik Yunan’da bağımsız bir felsefe disiplini olan etik ve estetik yerini çok büyük ölçüde teolojiye bırakır.
3- Başka bir deyişle, Ortaçağ düşünürleri önemli olan biricik şeyin insanın doğaüstü varlık alanıyla, aşkın ve mutlak olarak yetÂkin varlıkla olan ilişkisi olduğunu öne sürÂmüşlerdir. Bu da, doğal olarak Ortaçağda felsefenin mahiyetini ve konu alanını baştan sona değiştirmiştir. Buna göre, antik Yunanda doğa bilimiyle sosyal bilimler hem kendi başlarına, ve hem de iyi ve mutlu bir yaşam amacı için sağlam araçlar olarak değer taşıÂmaktaydılar. Oysa özellikle Hıristiyanlar için bunlar sadece yararsız değil, fakat bazen de zararlı ve hatta tehlikeli disiplinler olup çıkÂmışlardır. Yine, Yunanlı ahlâklılığı bir topÂlumsal etik içinde ve mutluluk amacını göÂzeterek ele alırken, Ortaçağda ahlâklılık dinin bir parçası haline gelmiştir. DolayısıyÂla, Yunan’da etik zaman zaman kozmolojik olarak, zaman zaman da toplumsal bir zemin üzerinde temellendirilirken, Ortaçağda etik teolojik bir düzlemde temellenir. NiÂtekim, bu dönemde davranış ya da insani eylem, amacına göre değil, fakat Tanrıânın emirlerine uygun düşmekliğine veya düşmeÂmekliliğine göre değerlendirilir. Tanrı, insan için yüce ve yüksek bir ideal getirdiğinden, Ortaçağ insanı eksikliliğini, başarısızlığını. ve hatta günahkarlığını her daim duyumsaÂmak durumunda olan biridir. İşte bu duruÂmun bir sonucu olarak, Yunan düşüncesinin özü itibariyle iyimser bir felsefe olduğu yerde, özellikle Hıristiyan Ortaçağ felsefesi kötümserlik üzerine yükselen bir felsefedir.
4- Yine Yunanlının temelde bir olan, birÂlik içinde bulunan bir evrende, yani bir mikÂrokosmos olarak kendisinin bir parçası olÂduğu özde anlaşılabilir olan makrokosmosta yaşadığı yerde, yaratıcısından ayrı düşmüş bir varlık olarak Ortaçağ insanı kendisine yabancı bir evrende yaşamak durumunda olÂmuştur. Bu insan için, bir tarafta aşkın, yaÂratıcı Tanrı, diğer tarafta ise kendisini Tanrı’dan her geçen gün biraz daha uzaklaşÂtıracak, özüne yabancı bir varlık alanı buÂlunmaktadır. Bundan dolayı, Ortaçağ felseÂfesi için problem, teorik ya da bilimsel bir problem olmayıp, tümüyle pratik bir probÂlemdir: Yaratıcısına bozulmamış, maddenin kiriyle pislenmemiş olarak nasıl dönülebileÂceği problemi.
5- Ortaçağ felsefesi, İlkçağ felsefesinden öncelikle bir kopuşu gözler önüne serer. BuÂnunla birlikte, iki felsefe arasında, her şeye rağmen bir sürekliliği ve çok önemli bir noktada da ortaklık vardır. Kopuş temelde, İlkçağ felsefesinin, dini açıklama ya da miÂtolojiyi reddedip, kendisini öne sürmek suÂretiyle oluşan ve gelişen’ özerk bir felsefe olÂduğu yerde, Ortaçağ felsefesinin özerkliğini yitirip, tümüyle dine, dini dogmaya tabi olan bir felsefe olmasından kaynaklanmakÂtadır. Süreklilik ise, Ortaçağ felsefesinin hem Doğuda ve hem de batıda kültürel ya da felsefi bir miras olarak doğrudan doğruÂya İlkçağ felsefesine dayanmasından meyÂdana gelir. Nitekim, Ortaçağ felsefesi dine dayalı, din temelli bir felsefe olsa bile, kavÂram ve kategorilerini, terminoloji sini kendi başına yaratmış bir felsefe değildir. Ortaçağ felsefesi, ihtiyaç duyduğu kavram ve kateÂgoriler için, doğrudan doğruya Yunan felseÂfesine yönelmiştir. Ortaçağ felsefesinin teÂmelinde bulunan felsefe geleneği, Platon ve Plotinos’un, ve bu arada Aristoteles’in felseÂfelerinden oluşur. Fakat iki felsefe arasındaki, onları birlikte modern felsefeden bütüÂnüyle farklılaştıran, sürekliliğin temel unsuÂru, gerek İlkçağ ve gerekse Ortaçağ düşünÂcesine damgasını vuran, modern çağın mekanik dünya görüşünün kendisinin yeÂrini alacağı, teleolojik dünya görüşüdür.
6- Ortaçağ felsefesi, teleolojik bir anlaÂyışla, doğayı Tanrı tarafından bir amaca göre yaratılmış ve düzenlenmiş statik bir sistem olarak görmüştür. Açıklamadan niteÂliksel bir açıklamayı anlayan ve nedenselÂlikten büyük ölçüde ereksel nedenselliği anÂlayan Ortaçağ düşünürlerine göre, maddi dünya, tanrısal gerçekliğin çok soluk bir gölgesinden başka hiçbir şey değildir.
7- Ortaçağ felsefesi, hemen her felsefe gibi, birtakım kabulleri olan bir felsefe olmak durumundadır. Bu kabullerin en önemlisi ise, Ortaçağ düşüncesine Platon felÂsefesinden intikal eden, en yüksek veya en yüksekte olanın, en üstte bulunanın ontolojik olarak en gerçek, aksiyolojik olarak da en değerli varlık olduğu kabulüdür.
8- OrtaÂçağ felsefesi dini anlamlandırma ve temelÂlendirme çabasında, ana düşüncelerinde, problemlerinde ve bu problemlere getirdiği çözümlerde, hemen her zaman Yunan felseÂfesine bağlı kalmıştır. Bu felsefede yapılan iş, daha çok Antik Yunan’ın düşünce dünyaÂsını benimsemek ve Yunan felsefesinin temel kavramlarını işleyerek, inancı temelÂlendirmek olmuştur. Ama, Ortaçağ felsefesi benimsediği ve kendisine göre biçimlendirÂdiği felsefeyi, genellikle olmuş bitmiş, yetÂkin bir sistem olarak görmüştür. Buna göre, antik Yunan felsefesinin dinamik bir yapı sergilediği yerde, Ortaçağ felsefesi mutlak hakikatleri bulmuş olduğuna inanan statik bir felsefedir.
9- Yine, Ortaçağ felsefesinin merkezinde Tanrı vardır. Başka bir deyişle, Ortaçağ felÂsefesi teosantrik, ya da Tanrı merkezli bir felsefedir. Nitekim, bu felsefenin temel koÂnuları, Tanrı ve Tanrı’nın varoluşu problemi, iman ya da otorite ve akıl ilişkisi, Tanrı-evren ilişkisi, kötülük problemi ve tümeller problemiyle belirlenir. İlk bakışta, Tanrı koÂnusunun dışında kaldığı düşünülen temeller konusu bile, tümellerin en azından XIV. yüzÂyıla kadar Tanrı’nın zihninde bulundukları veya Tanrı yaratısı ebedi ve bağımsız gerÂçeklikler oldukları öne sürüldüğü için, Tanrı konusuyla yakından ilişkili olmak durumunÂdadır.
10- Ortaçağ felsefesinde, felsefe inanca, inançta vahye tabi olmak durumundadır. Bundan dolayı, Ortaçağ kültüründe çok önemli bir rol oynayan din, felsefe ve rasyoÂnel bir hayat görüşü üzerinde de çok temelli bir etki yapmıştır. Örneğin, Skolastik felseÂfede, vahyin temel ya da en azından aklın vazgeçilmez bir yardımcısı olduğuna inanılÂmıştır. Skolastik dönemin filozofları, akıl ile iman arasında bir ayırım yapmış ve zaman zaman da felsefenin göreli bağımsızlık ya da özerkliğini vurgulamış olmakla birlikte, OrÂtaçağın dünya görüşünde, bilimde ve felsefede, bir çözüme kavuşturulacak problemlerin çözümü de dahil olmak üzere hemen her şey teoloji tarafından belirlenmiştir.
11- Yine Ortaçağ felsefesi söz konusu olÂduğunda, belli bir gelenek, ve vahye dayaÂnan bir din çerçevesinde oluşan otoriteye duyulan saygı esastır. Bu dönemde felsefenin mahiyeti, kapsamı ve sınırları dini çerÂçeve ve ruhani otorite tarafından belirlenir ve hiçbir şekilde değiştirilemez. Ortaçağ felÂsefesi, otoriteye duyulan inancı temele aldıÂğı için de, doğal olarak eleştiriye ve şüpheÂciliğe kesinlikle kapalı olan bir felsefedir.
12- Ortaçağ felsefesi, bütünüyle realist bir çizgi boyunca gelişmiştir. Yani, Ortaçağ düşünürleri, Skolastiğin gerileme döneminÂde çok etkili olan Ockhamlı William bir kıÂyıya bırakılacak olursa, tümeller konusunda benimsedikleri realist tavırdan başka, zihinÂden bağımsız bir gerçekliğin var olduğunÂdan hiçbir zaman kuşku duymamışlardır. Başka bir deyişle, Ortaçağ düşünürleri, onÂtolojik realizm bağlamında gerçekliğin ziÂhinden bağımsız olduğunu öne sürmüşlerÂdir. Bununla birlikte, Ortaçağ düşüncesinde, zihinden bağımsız bu gerçeklik, gerçekten ve mutlak olarak var olanın ezeli-ebet ve değişmez Tanrı olması anlamında, tinsel bir yapıdadır. Buna göre, realizmi tamamlayan yaklaşım, aynen Platon ve Plotinos’ta olduÂğu gibi, spiritüalizmdir.
13- Ortaçağ felsefesi varlığın bilgi koÂnusundan, ya da ontolojinin epistemolojiden önce geldiği bir felsefedir. Buna göre, OrtaÂçağ felsefesi, özneden hareket eden, bilimin gelişimine koşut olarak önce bilgi konusunu ele alan, ve varlığı bilimin taleplerine göre sınıflayan ya da yorumlayan modern felseÂfenin tersine, önce zihinden bağımsız bir gerçekliğin varoluşunu teslim edip, bu gerÂçekliğin bilgisine nasıl ulaşılabileceği konuÂsunu daha sonra ele alır.
14- Yine, aynı ontolojik bağlamda, OrÂtaçağ felsefesi, özellikle varlığı bilinen maddi varlık alanı ve bilen özne, madde ve zihin olarak ikiyi ayıran modern felsefenin düalizminin tersine, baştan sona birci olan bir felsefedir. Bu, hem ezeli-ebedi, mutlak, değişmez ve yetkin bir varlık olarak Tanrı’nın, gelip geçici maddi varlık alanıyla kıyaslandığında, biricik gerçek varlık olmaÂsı; hem modern dönemde ikiye bölünen inÂsanın, her ne kadar madde-form, beden-ruh analizine tabi tutulabilse de, birlikli, bütünÂlüklü ve ahenkli bir töz olması; ve hem de geliştirilen öğretiler bağlamında, resmi göÂrüşe uygun olmayan hiçbir öğretiye izin veÂrilmemesi anlamında, böyledir.
15- Ortaçağın metafizik anlayışı, varoÂlan her şeyin nedeni ya da kaynağı olan aşkın bir gerçekliğe ilişkin araştırma, varolanları varlık kaynağı olan Tanrı’yla ilişkisi içinde ele alma anlamında teoloji olarak metafizikÂten meydana gelir. Ortaçağda gelişen metaÂfizik, ayrı, değişmez ve ezeli-ebedi bir varlıÂğa ilişkin araştırmadır. İstisnasız tüm Ortaçağ filozofları, sistemlerinde Tanrı’dan yola çıkar ve önce Tanrı’nın varoluşunu kaÂnıtlayarak, varlığı yaratan-yaratılmış olan ilişkisi çerçevesinde ele alır. Buna en iyi örnek, ünlü âbeş yolâuyla, Aquinalı Aziz Thomas’tır. O, Tanrı’nın varoluşunu beş ayrı kanıtla ispat ettikten sonra, yaratıcı ve doğaÂüstü bir Tanrı dışındaki varlıkları ya da yaraÂtılanları Aristotelesçi bir kavramsal çerçeÂveyle açıklama çabası vermiştir. Aynı şey, İslam dünyası filozofları için de geçerlidir, şu farkla ki Farabi, İbn Sina ve İbni Rüşd’de, Aristotelesçi bir kavramsal çerçeÂve, Plotinos’tan gelen bir südür ya da türüm öğretisiyle tamamlanmıştır. Ortaçağ düşünÂcesinin teoloji olarak metafizik anlayışının temelinde ise, varlığın ancak ve ancak varlıÂğın kaynağı olan yaratıcı Tanrı aracılığıyla açıklanabileceğini ve Tanrı’nın varlığının akıl yoluyla kavranabileceğini dile getiren iki kabul bulunur.
16- Ortaçağ felsefesindeki söz konusu teoloji olarak metafizik anlayışı, doğal olaÂrak hemen her Ortaçağ düşünüründe bir örÂneğine rastladığımız değere dayalı bir varlık hiyerarşisine yol açmıştır. Böyle bir varlık hiyerarşisi, varlıkları hiyerarşideki yerlerine göre sınıflar ve onlara varlık ve belli bir değer yükler.
17- Ortaçağ felsefesinin en belirleyici yönlerinden biri, de hiç kuşku yok ki, onun yöntemidir. Buna göre, Ortaçağ düşünürleri, Tanrı sözü olan kutsal kitaba dayanan imanı sistematik bir biçimde ifade etmek, savunÂmak ve geliştirmek için, daha çok şerhe, kutsal metinleri yorumlama metoduna ve mantıksal/dilsel analize yönelmişlerdir. OrÂtaçağ düşünürleri bu bağlamda, öncelikle Yunanlıların bilimsel ve felsefi terminolojiÂlerini kullanmışlar ve daha sonra da, Yunan mantığını bir bütün olarak almışlardır. Şu halde, Ortaçağ filozofları, imanı sistemleşÂtirme ve temellendirme çabalarında aklı ve mantığın tümdengelimsel tekniklerini kullanmışlardır.
YORUMLAR